
Faili Meçhul
Henüz gün doğumuna iki saat vardı. Sokak lambaları kendini aydınlatmaktan bile acizdi. Öyle bir karanlıkta, ezbere bildiği yollardan geçiyordu yine. İlerledikçe, içsel bir yolculuğun adımlarını atıyormuş gibi hissetti. Ve bir Cem Adrian şarkısının sözleri yankılandı içindeki boşluklarda:
“Susuyorum, sessizlik keskin. Bekliyorum, beklemek keskin. Buradan gitmem gerek. Her şeyi unutmam gerek…”
İç çekerek adım atmaya devam etti.
Bugün her zamankinden daha hoş görünüyordu. En özel parfümünü sıkmış, kravatını muntazam bir şekilde bağlamış ve saçlarını yaparken ekstra özen göstermişti. Bugünü özel kılanın ne olduğunu henüz kendisi de bilmiyordu. Adımlarının sesine, derinlerden gelen kuş sesleri ve köpek uğultuları eşlik ediyordu. Bu kalabalık ve karmaşık şehri bu kadar sessiz görmek bir mucizeydi; ancak sabahın dördünde mümkündü. Yaklaşık on dakika yürüdükten sonra, her gün hayatın anlamını sorguladığı yolun sonuna varmıştı nihayet. Şimdi servisi beklemeye koyulmuştu. O esnada birkaç adım ötesindeki tren raylarına bakarak bir sigara yaktı.
Kuvvetli bir nefes çektikten sonra sigarayı söndürdü. Hava hafif rüzgârlı ve oldukça kasvetliydi. Bir an için kendisini bir Nuri Bilge Ceylan filminin içindeymiş gibi hissetti. Anadolu’da zifiri karanlıkta geçen o kasvetli ortamları, gecenin derinliğinde bir araba farının aydınlattığı buğday tanelerini anımsadı. Ardından korna sesiyle irkildi. Servis gelmiş, bir süredir korna çalıyor, şoför sinirli bir şekilde kendisine sesleniyordu. Normalde eli ayağına dolaşır, mahcubiyetten ne yapacağını bilemezdi. Ancak bu defa hiç telaşa kapılmadan, şoföre gitmesini söyleyen bir el işareti yaptı. Şoför daha da sinirlenip söylenerek uzaklaşırken, o ise oldukça sakin görünüyordu. Şimdi yine bilinmezliğin ortasında tek başına kalmıştı. Biraz ilerisindeki tren raylarına doğru yürüdü.
Şehirler arası tren hattı evine çok yakın bir noktadan geçiyordu. Fakat bu kadar erken saatte ne gelen vardı ne de giden. Ancak o, kararını çoktan vermişti. Üzerinde kimliğini belli edebilecek her ne varsa çıkartıp attı. Hatta atmakla kalmayıp yakmaya karar verdi. Artık bir kimliği kalmamıştı. Artık kim olduğunu anlamak için biraz daha fazla çaba sarf etmek zorunda kalacaklardı. İç çekti ve ışıklarını belli belirsiz seçtiği trenin geliş güzergâhına yöneldi. Makinist büyük ihtimalle bu karanlıkta onu görmeyecekti. Üstelik özellikle duraktan daha ileriye yürümüştü; böylece tren durmayacak, yalnızca hızını azaltacaktı.
Elleri buz gibiydi, kafasından soğuk terler akıyordu. Ayakta durduğu platform, ayaklarının altında bir anda sonsuz bir boşluk varmış gibi hissettirdi. İçinde müthiş bir heyecan vardı; bugüne dek hayatının hiçbir döneminde böyle bir adrenalin hissine kapılmamıştı. Ama bu, yaşamakla ilgili bir heyecan değildi. Aksine, ilk defa yaşamı bu kadar yakından sorguluyordu.
İçinden bir ses bağırıyordu, suskun ama inatçı: “Geri dön, daha geç değil…”
Bir başka sesi onu itiyordu: “Zaten hiç var olmadın. Sadece yer kapladın.”
Rayların arasındaki boşluğa baktı. Sonsuzluk gibi.
Uzaklardan gelen tren sesi önce bir titreşim gibi zemine yayıldı. Sonra iç organlarına kadar nüfuz eden bir uğultuya dönüştü. Bir an için gözleri doldu. Aklına kimse gelmedi. Hiç kimse.
Bu farkındalık, son darbeyi vurdu. Platformun altına birkaç adım daha attı. Karanlığın içinden fırlayan trenin ışıkları yüzünü aydınlattığında gözlerini kapattı. Son bir iç çekiş.
Ve… Sonra hiçbir şey olmadı. Ya da her şey o anda oldu.
Birkaç saat sonra, kimliği henüz belirlenemeyen bir memurun, işe gitmek için evden çıktığı sırada tren raylarının altında kaldığına dair bir haber yayınlandı. Üzerindeki üniformadan dolayı memur olabileceği öne sürülmüştü. Büyük bir çoğunluk bunun kaza değil intihar olduğunu düşünüyordu. Ayrıca sosyal mecralarda “Kim bilir ne derdi vardı” söylentileri çoktan başlamıştı. Ekonomik sebepler, madde kullanımı, aşk meseleleri gibi çeşitli teoriler üretildi. Ancak her geçen gün bu gibi haberlerin onlarcasına denk gelmek mümkündü. Bu yüzden, çok geçmeden diğerleri gibi unutuldu.
Şiddetli bir sarsıntıyla uyandığında kan ter içindeydi. Servis şoförü öndeki araca çarpmış, sabahın köründe işe gitmek üzere olan herkes panikle kendine gelmişti. Neyse ki maddi zarar dışında herhangi bir sorun yoktu. Bir iki kişi dışında herkes servisten inmişti. Kimisi araçların hasar durumuna bakıyor, kimisi sigara içiyordu. O ise gördüğü çarpıcı rüyanın etkisinden çıkamamıştı. Sabahın ilk ışıklarıyla aydınlanan dünya, onun için belirsizliklere açılan bir kapı gibiydi. Tam o esnada ceplerini yoklayınca kimliğinin yanında olmadığını fark etti.
Oysaki bilinci, tren raylarına yöneldikten kısa bir süre sonra kapanmıştı. Servis kazası kısa süreli bir sanrıydı sadece. Hissettiği sarsıntı onu hayata döndürmek için uygulanan müdahaleden kaynaklıydı. Tren raylarında bulunup hastaneye getirildiğinde, raylardaki elektrik akımına kapıldığı tespit edilmişti. Kısa süre için bile olsa hayatta kalması mucizeydi. Doktorların tüm çabalarına rağmen çok geçmeden kalbi durdu.
Aslında kalbi o gün değil, çok daha öncesinde durmuştu. Yaşamak değil, hayatta kalmaktı onunki. Bir rutin içinde, uzayıp kısalmadan yoluna devam etmişti. Ne bir anlık cinnet hâliydi vuku bulan bu talihsiz olay, ne de önceden planlanan bir durum. Neydi onu bu noktaya sürükleyen? Taşıdığı ama hiç konuşmadığı ağırlıklar mı? Gözlerinin içinde sessizce büyüyen boşluk mu? Belki de yıllar boyunca biriken ama kimsenin duymadığı bir çığlık… Belki de yalnızca zamandı: Her şeyi sessizce tüketen, görünmez ama keskin bir bıçak gibi işleyen zaman. Kimse onun hangi gece uyuyup hangi sabah gerçekten uyanmadığını bilemeyecekti. Ardında bir not bırakmadan yitip giden tüm insanlarınki gibi, onun hikâyesi de bir bilinmez olarak kalacaktı. Faili meçhuldü, tıpkı kimliği gibi.
Beğen, Paylaş ve Yorum Yap
Diğer sosyal mecralarda da paylaşmayı sakın unutma :)
...
Bu Yazının Yorumları
Son Eklenenler
Son Yorumlar
Bilge Ertürk- 8 saat önce
İzi kalsın... Zamansız Ağustos
Murat Akçakoca- 9 saat önce
Oldukça şık bir ağustos. Zamansız Ağustos
MUSTAFA KALFA- 2 gün önce
Çok teşekkürler. :) Pharos I (Bölüm V - Yazının Eşi...