Okuryazar / Yazılar / Yoksulluğun Gölgesinde AHMET’İN HAYALLERİ yazısını görüntülemektesiniz.

Bu bölümde yer alan yazılar Okuryazar üyelerinin; profillerinde, çeşitli kategorilerde yazdıkları bireysel yazıları, deneme, şiir, öykü, makale, bilimsel araştırma vb. tarzda yazdıkları yazılar ile oluşturulmaktadır.

3 kişi bu yazıyı beğendi
Beğen
Yoksulluğun Gölgesinde AHMET’İN HAYALLERİ

Yoksulluğun Gölgesinde AHMET’İN HAYALLERİ

Yoksulluğun Gölgesinde AHMET’İN HAYALLERİ Ahmet, yoksulluğun içinde bulunan köyde dünyaya gelmiş, fakir bir köy çocuğuydu. İlkokulu, kendi köyünden uzak, yürüyerek normal şartlarda elli dakikada, biraz oyalanarak gidersen bir saatlik yolun sonunda varılan başka bir köyde okudu. Hafta sonları hariç, her gün o okula köyden birkaç arkadaşı ile gidip geliyorlardı. Kış sabahları, kar yolları örterken, Ahmet ve arkadaşları, nefesleri buhar olup havaya karışarak o bir saatlik yolu yürürlerdi. Çamurlu patikalarda, rüzgâr yüzlerini ısırırken, Ahmet’in aklında hep aynı hayal vardı. "Bir gün, bu yolları boşa yürümediğimi gösterip, devletime, milletime hizmet eden iyi bir öğretmen olacağım" diyordu. Karların yolları kapattığı, şartların ağır olduğu günlerde ise okulun bulunduğu köy halkında misafir ediliyorlardı. Ahmet, ilkokulu bitirdikten sonra; Orta ve lise eğitimine devam etmek istiyordu ama şartlar ümidini kırıyordu. Buna karşın, anne ve babası " bizim oğlumuz okuyacak, büyük adam olacak, bizim yazgımızı yaşamayacak" diyerek onu kasabada okuması için, yine köyden kendileri gibi gariban ailelerin çocukları ile birlikte dört kişinin mecburen sığacağı, mutfağı ile birlikte iki odası olan sobalı bir ev kiraladılar, dört öğrenci çocuğu içine yerleştirdiler. Bu dört öğrenci çocuğa, her hafta bir aile büyüğü gidip, ihtiyaçlarını karşılayıp dönüyordu. Okulların ara tatillerde köylerine gelip, köy işlerinde ailelerine yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Ahmet, bu üç arkadaşı ile birlikte okullarını bitirip,diplomalarını alana kadar bu evde kaldılar. Üniversite sınavlarında Ahmet ile birlikte, bir arkadaşı daha sınavı kazanarak bir devlet üniversitesine yerleşmeye hak kazanmışlardı. Ahmet İstanbul’da bir üniversitenin Eğitim Fakültesi fizik öğretmenliği bölümüne kaydını yaptırmıştı. Lisedeyken, fizik dersine ayrı bir ilgisi vardı ve seviyordu. Ahmet'in İstanbul'u tercih etmesinin nedeni, kalacak bir yerinin olmasıydı. Küçük denecek yaşta köyden ayrılarak bir lokantada komi olarak işe başlayıp, şimdi ise usta yardımcısı olan, küçük dayısının evinde kalacaktı. Ahmet, dayısının eşi ve iki çocuğu ile birlikte gecekondudan biraz hallice kiralık olarak oturduğu evde kalıyor, hem okuluna gidiyor hem de bir kafede yarı zamanlı bir işte çalışarak, köydeki ailesine ve şu anda evinde kaldığı dayısına fazla yük olmak istemiyordu. Üniversiteyi bitirene kadar yazları anne, babasına yardım etmek, hasret gidermek, hem de dönüşte bir miktar erzak getirebilmek için köye gidip, onlara yardım ediyordu. Üniversite bitene kadar bu şekilde devam etti, aynı zamanda birkaç iş yeri değiştirerek mezun oldu. Ahmet, çok mutlu olmuştu. Artık öğretmen olmuştu ama atama için ayrıca sınava girip, o sınavı da kazanması gerekiyordu. İlk sene girdiği sınavda yüksek puan almasına rağmen atama yapılmadı. "Neyse artık seneye kısmetse atanırım" dedi. Sınavlara daha fazla çalışarak girdiği ikinci sınavdan, bir öncekine göre daha yüksek puan almıştı. "Tamam! Bu sefer oldu!" demişti. Ama olmamıştı! Yine atanmadı! Ahmet, sınav sonuç kâğıdını elinde buruştururken, odanın loş ışığında duvara vuran gölgesine bakıyordu. "Büyük adam olacaksın" demişti annesi. Peki, ya o büyük adam olamazsa? Annesinin gözlerindeki umudu, babasının nasırlı ellerini düşündükçe göğsünde bir ağırlık büyüyor, sanki boğazına bir yumru oturuyordu. Artık, sanki suç kendisindeymiş gibi, mahçup oluyor, köye de daha seyrek gidiyordu. Köyde zor şartlarda geçimini sağlamak icin çalışmak zorunda olan, yaşlanmış ve hasta olan annesi ve daha da yaşlı babası aklından çıkmıyordu. Onlara rahat bir hayat yaşatmak istiyordu. Ama nasıl? Son Bir şansını denemesi de boşa çıkınca dayısı "Ahmet, oğlum, bak, seni evladım bildim hep. Ama bu devirde torpilin yoksa, kapılar açılmıyor. Eskiden böyle miydi?” Gel istersen benim çalıştığım iş yerinde garson olarak işe başla, sonrasına bakarız artık." diyerek devam etti "Ben de gençken başka hayaller kurardım, biliyor musun?" dedi. ‘"Ama hayat, işte…" "Garsonluk mu?’ dedi Ahmet, sesi titrerken. Yıllar boyu taşıdığı hayaller, birer birer camdan yapılmış gibi kırılıyordu. Pencereye doğru yürürken, çocukluğunda köy yollarında attığı adımlar gözünün önüne geldi. O yolları, bir gün öğretmen olup o köyü değiştirmek için yürümemiş miydi? "Tamam da sevgili dayıcığım, ben garson olmak için mi bu kadar yıl okudum? Garson olacakdıysam hiç okumaz, gelir doğrudan senin yanında işe başlar orada çalışırdım. Çok ağırıma gidiyor dayı çok!" diyerek öfkeyle oturduğu yerden kalktı, pencerenin önüne geçip camdan bir süre sessiz ama dalgın dalgın baktı. Sonra tekrar dayısına dönüp, bu defa hüzünlü bir şekilde " Ben, annem ve babamı o köyden çekip çıkarmak, onlara kalan ömürlerini rahat geçirmelerini sağlamak için gece gündüz çalıştım. Sen şahitsin! Ben onlara ne diyeceğim? Oğlunuz okudu ama öğretmen olamadı mı diyeceğim?" Ahmet, devam etti, "ama şimdilik yapacak bir şey yok, bir çözüm bulana kadar senin orada garsonluk yapmaya razıyım." Dayısı Ahmet'i garson olarak işe başlattı. Yıllar geçmiş, Ahmet işe iyice alışmış, her sene sınavlara giriyor ama öğretmenlikten de ümidini kesmiş gibiydi. Müşteriler de iş yeri sahibi de Ahmet'i seviyorlardı. Dürüst, kibar,saygılı bir çocuktu. Ahmet'in mola saatinde bir arkadaşı ile çay içerken, "Ahmet, boşuna uğraşma," dedi. ‘Şimdi torpilin yoksa sınıfın kapısını bile göremezsin. Bak, falancanın oğlu, ilk sınavda atandı, çünkü dayısı müdür!" Ahmet, çay bardağını sıkıca tuttu; bu sözler, hayallerine saplanan bir bıçak gibiydi. Çevresi geniş müşterilerden biri, gidip gelirken Ahmet'in durumunu öğrenmişti ve ona yardımcı olmak istemişti. Oldu da! Onu bir belediyede masa başı, küçük bir memur olarak yerleşmesine vesile oldu. Müşteri, Ahmet'e "falanca belediyede sınavla memur alınacak, gir o sınava, senden iyisini mi bulacaklar" demiş, Ahmet de o sınava girmiş ve kazanmıştı. Çevresi geniş müşterinin referansı ile de işe başlamıştı. Ahmet, öğretmen olma ümidini tamamen yitirmiş olarak bu memurluk işine dört elle sarıldı. İş kolaydı ama memurluk o kadar da kolay değildi. Birilerinin dosyaları ‘öncelikli’ diye kenara ayrılıyor, "Hak eden kazanır," diyorlardı. Ama hak, kâğıtların arasında kaybolup yok oluyordu!.”Ona da alıştı. Verilen görevi yapıyor, kimsenin işine karışmıyor, gelene ağam, gidene paşam deme noktasına gelmiş, tam bir memur olmuştu! Bu arada babası köyde vefat etmiş. Hasta annesini de kiraladığı küçük evine, yanına almıştı. Bir süre sonra da köyde annesinin tanıdığı, kendisinin de az biraz tanıdığı bir kızla dünya evine girdi. Düğünü köyde yaptılar. Güzeldi! Gelini de alıp döndüler. Ahmet için her şey yoluna girmiş gibi gözüküyordu. Bir kaç yıl sonra annesi, her zaman onun adını anarken "Ahmet'im" diye seslendiği oğlunu, sevgili gelinini -birbirlerini çok severlerdi-, nur topu gibi bir torununu bırakarak bu dünyadan göçüp gitti. Annesinin cenazesini köye götürüp, babasının yanına defnedip dönmüşlerdi. Kalanlar çok üzülmüştü ama hayat böyle bir şeydi zaten. Elden ne gelirdi ki? Elde kalan bu küçük aile, zamanla mutluluğa alışa alışa küçük yuvalarında gül gibi geçinip gidiyorlardı. Mutluydular yani! Hatta hayal bile kuruyorlardı. Ahmet bir keresinde " bak hanım çok şükür şimdilik şöyle böyle geçinip gidiyoruz, oğlanı okutup, evlendirdikmi, emekli ikramiyemle de şöyle başımızı sokacağımız küçük, iki artı bir ev alabilirsek bizden iyisi yok. Hatta kim bilir her zaman olmasa bile belki yazları şöyle bir tatile bile gidebiliriz. Ne dersin?" Ahmet'in bu "ne dersin"i, soru değildi aslında, temennisiydi. Zaten hanımı da bir cevap vermemiş, memnuniyetle gülümseyip, eşinin elini sevgiyle tutmuştu. Ahmet, işe girdiğinin on dördüncü yılında küçük memurluktan, biraz daha büyük memurluğa terfi ettirilmişti. Ama hayat şartlarının giderek ağırlaşması nedeniyle bu terfiden dolayı gelecek ek maaş artışı da ailenin üzerindeki ağırlığın kalkmasına yetmiyordu. Ekonomileri gittikçe kötüye gidiyordu. Çünkü her şeye zam geliyor ama maaşı o oranda artmıyordu. İlk memurluk, hatta garsonluk günlerindeki durumunu arar olmuştu. Oğlunu, kesinlikle öğretmen olmasın diye mühendislik okutmuş ama o da iş bulamamıştı! Orada burada geçici işlerle idare ediyor, sınav üzerine sınava giriyor, her yere müracaat ediyor ama ne yazık ki bir türlü istediği işi bulamıyordu. Bir akşam yemek masasında, "Baba, çok özür dilerim, senin yaptığın fedakarlıkları görüyorum, hiçbir zaman unutmayacağım. Ama bu düzen hep boyle mi işliyor, ben de mi senin gibi olacağım? Okudum, mühendis oldum, ama kapılarda iş dileniyorum"dedi. Ahmet, oğlunun gözlerinde kendi gençliğini gördü; aynı umut, aynı çaresizlik. "Olmazsın" dedi, ama söylediğine kendi bile inanmadı. Kendisinin emekliliği gelmişti, emekli oldu! Oğlan da bir hayli yaş almış, evlilik vakti çoktan geçmişti. Ahmet'in eşi "bey, oğlan evde kalacak, hem de ölmeden murivetini görmek isterim. Sen istemez misin oğlunu şöyle anlı şanlı bir düğünle evlendirmek?" diye sordu. Ahmet, şöyle bir hanıma bakıp "isterim tabii! Çok isterim ama oğlanın doğru dürüst bir işi yok, düğün desen düğünü yapacak paramız yok. Biliyorsun durumları, bir tek elde olan, zamanında hayalini kurduğumuz evi alabilmek için beklediğimiz, benim emekli ikramiyem. O da..." Evin hanımı, Ahmet'in daha fazla konuşmasına izin vermeden araya girdi; " Bey, o parayla ev değil, kümes bile alamayız artık. Sen de biliyorsun. Hiç değilse, oğlanın düğününü yapabilirsek ne ala! Şimdi emekli oldun, o da kiraya ancak yetiyor, mecburen elimizdeki paradan kullanıyoruz. O parayı da iç etmeden şu oğlanın düğününü aradan çıkaralım" diye ısrar ediyordu. Ahmet, Hanımına "bakarız!" dedi. Ama başka da çaresi yoktu. Sonra tekrar hanımına döndü " Tamam hanım, haklısın! Yapalım oğlanın düğününü! sonrası Allah büyük!" dedi. Ahmet'in emekli ikramiyesinden kalan parayla, oğlana anlı, şanlı bir düğün yaptılar. Tüm eş dost, konu komşu, köydeki herkesi davet ettiler. Gelen davetliler tebrik etmişlerdi. "Çok güzel düğün yaptın Ahmet!" diyorlardı. Ama takı merasiminde herkes aynı cömertliği göstermiyordu. Ahmet'in, zamanında yarım altın taktıkları bile, onun yarısı kadar takı takamıyorlardı. Onlar için de şartlar ağırdı. "Kusura bakma Ahmet, bizim durum da iyi değil, azımızı çok say" diyerek ayrılıyorlardı. Ahmet de "az veren candan, çok veren maldan" diyerek konuklarını uğurluyordu. Yaptıkları düğünle, mutlulukları katlanırken, paralar azalıyordu! Ahmet, gelen takılar düğün masrafını karşılamaktan cok uzak kalınca, emekli ikramiyesini oğlanın düğününde bitirdi. Paralar suyunu çekmişti. Şimdi, bir iken iki olan oğlu, eşi ve Ahmet dört kişilik bir aile olmuşlardı. Ekonomik olarak sıkıntılar büyüdükçe büyüyor, yoksulluğun içerisinde çaresiz kalmışlardı. Ahmet, ek iş arıyordu; ne iş olsa yapacaktı ama bulamıyordu. Eşi, Ahmet’in çabasını görüyor, onun bu haline üzülüyordu. Yine günlerden bir gün, Ahmet iş aramaktan eve döndüğünde, hanımı sofrayı hazırlıyordu. "Yine mi patates?" diye takıldı, gülerek. Hanımı, ona sevgiyle bakarak, "Patatesle de geçiniriz, yeter ki sen yanımda ol"’ dedi. Ahmet, o an hanımının gözlerinde, köyde geçirdikleri düğün gecesini gördü; ikisi de genç, umut dolu, ama bir o kadar da geleceğin belirsizliğinden korkuyorlardı. Sonunda Ahmet 'böyle gitmez' diyerek aileyi topladı. Masanın başında suskun otururken, oğlunun, eşinin ve gelininin gözlerine baktı. "Buralarda tutunamadık," dedi, sesi çatallaşarak. "Ama köyde, en azından birbirimize tutunuruz. Orada, toprağın kokusu bile insana güç verir." Eşi, elini Ahmet’in eline koydu; sessiz bir anlaşmaydı bu, birlikte her şeye dayanabilirlerdi.. Bu fikre itiraz eden olmayınca hemen köye dönüş hazırlıkları başladı... Ahmet, babası ölüp, annesini yanına getirdikten sonra, köye birkaç cenazeye, birkaç da düğün için gitmişti. Şimdi temelli dönüş zamanıydı! Çok geçmeden toparlanıp, eldeki işe yarar eşyalarını küçük bir kamyonetin arkasına doldurup, ön tarafa eşi ve gelinini oturtup, oğlu ile kendisi de üstünde uygun bir yere yerleşerek yola çıktılar... Yol, şehirden köye doğru uzanırken, Ahmet’in aklına çocukluğu geldi. O yolları, bir gün öğretmen olup geri döneceğini hayal ederek yürümüştü. Şimdi, o hayallerle değil, ailesiyle dönüyordu. Belki de hayat, bu döngüden ibaretti: Çıkmak, mücadele etmek ve sonra yuvaya dönmek... Kamyonet, tozlu yolda sarsılarak ilerlerken, Ahmet oğlunun omzuna yaslanmış, gözlerini ufka dikmişti. Köy, uzak bir anı gibi değil, sanki onları çağıran bir yuva gibi yaklaşıyordu. Eşyalar, kamyonetin kasasında tıngırdıyor, ama Ahmet’in yüreği, o eski patikalara dönmenin huzuruyla doluyordu. https://x.com/hseynalayan1
Beğen, Paylaş ve Yorum Yap
Diğer sosyal mecralarda da paylaşmayı sakın unutma :)
...

Bu Yazının Yorumları

Son Eklenenler
Son Yorumlar

HÜSEYİN ÇAĞLAYAN- 5 saat önce

Kıymetli yorumunuz için teşekkür ederim. Muhalefet Ne Yapmalı: Halkın Um...

derviş baba- 20 saat önce

AB'ye katılımı bir hedef olarak koymak, tehlikeli b... Muhalefet Ne Yapmalı: Halkın Um...

HÜSEYİN ÇAĞLAYAN- 1 gün önce

Kiymetli yorumunuza çok teşekkür ederim, Derviş Bey... Vicdan: Hataların Şifası, Hayat...
Daha Fazlasını Gör