Okuryazar / Yazılar / Pierre de Fermat yazısını görüntülemektesiniz.

Bu bölümde yer alan yazılar Okuryazar üyelerinin; profillerinde, çeşitli kategorilerde yazdıkları bireysel yazıları, deneme, şiir, öykü, makale, bilimsel araştırma vb. tarzda yazdıkları yazılar ile oluşturulmaktadır.

  • Yazar: NECİP ERDOĞAN
  • Kategori: Eğitim, Bilim
  • Bu yazı Okuryazar’a 3 hafta önce eklendi ve şu anda 0 Yorum bulunmaktadır.
  • Gösterim: 66
1 kişi bu yazıyı beğendi
Beğen
Pierre de Fermat

Pierre de Fermat

Slm, her mesaja başladığım gibi başlamayı uygun buldum. Ne kadar hazır olduğumu ben de bilmiyorum ama başlamak bitirmenin yarısı olduğuna göre en uygun zaman başladığın zamandır düşüncesi ağır bastı diyelim. Hem hayatın karşımıza neler çıkaracağını bilmiyoruz. Mesleğimizi, yaşadığımız şehri ya da doğup büyüdüğümüz memleketimizi terk etmek zorunda kalıyoruz. Sadece çocukluk anılarımızı, sokaklarında koştuğumuz, köşe başlarında dirseğimizi yaslayıp gözlerimizi kapatarak ona kadar saydığımız duvarlara veda etmiyoruz. İlk aşkımıza da veda ediyoruz. İlgisini çekmek için saçlarını çektiğimiz, yolda yürürken düşmesi için çelme taktığımız, onun için öğretmenden azar işittiğimiz ilk aşkımıza da veda etmeyi öğretiyor hayat. Pierre de Fermat tarafından çözümsüz olduğu ancak iki yüz yıl sonra bir Amerikalı tarafından ispatlanan denklemi sorduklarını anımsıyorum. Bu denklemi çözmek için dakikalarca uğraşacağımı sanmışlardı ancak denklemin aşikâr çözümden başka çözümünün olmadığını belirttim. İtiraf edeyim yüksek lisans yapmanın tek faydası buydu. Öğrenciler karşısında küçük duruma düşmemek, kırk beş dakika boyunca gözlerini dört açıp en ufak bir hatanızı bile yakalamak için can kulağı ile sizi dinleyen en az yirmi kişiden oluşan sınıflarda attığınız her adımda dikkatli olmalıydınız. İtiraf etmeliyim ki dersin başında gelen zor soruları çözmek için harcadığım zaman süresi arttıkça onlar için de arka sıralarda başka derslere çalışma ya da sohbet etme süresi de artmaktaydı. Bu nedenle sorularınızı ders aralarında sorun deyip konuya geçmeyi uygun buldum. Daha doğrusu bu tavsiye bana müdür yardımcısı tarafından yapılmıştı. Öğretmenlik mesleğimin son yıllarını geçirdiğim Fen lisesi oldukça sıcak bir güneydoğu şehrinde bulunduğundan ilk gözlemlerimde her öğrencinin tıpkı formül kitapçığı gibi cep kitabı şeklinde basılmış "Risaleler" ismindeki kitaptı. Özellikle Said-i Nursi hemen hemen tüm öğrencilerin dolabında vardı. Pansiyonda kalan öğrencilerin odaya halı serip kıble tarafında devamlı kullanıma hazır seccadesi ile odalarda terlikler, seccadeler, gül suyu şişeleri, aziyeler çoğunluktaydı. Odalarda hep aynı isme sahip olan gazetelerin ücretli mi ücretsiz mi alındığını hala merak ederim. Okul şehre yaklaşık on kilometre uzak olduğundan dış dünya ile olan tek bağımız bu gazete idi. Her sabah kalın motorunun iki heybesi ağzına kadar gazete ile dolu esmer ve şişman adamın yolunu gözlerdim, gazete okuyabilmek için. Aynı zamanda aylarca şehir içi çalışan minibüslerin okula kadar geleceği günü de sabırla beklemiştim. Bisiklete binmek komşularımız için çok komikti belki. Benimki kırmızı ve çocuk bisikleti gibi olduğundan olabilir. Okul lojmanındaki komşularımız aynı okulda çalışan arkadaşlarımızdı. Meslektaşlarımla ilgili olarak hatırımda kalan en önemli anı hakim Mustafa Yücel ÖZBİLGİN'in türban kararına istinaden öldürüldüğü gün Fizik öğretmeninin "Oh olsun" dediği gündür. Alınan bu karar ile ölümü çoktan hak ettiğine dair düşüncelerini bizlerle paylaşmıştı. Okulda birlikte çalıştığım mesai arkadaşlarım eşimle lojmanın merdivenlerinde karşılaştıkları zaman selam verip hal hatır sorarlardı. Ben de aynı şekilde onların eşlerini merdivenlerde görürsem selam vereceğimi sanıyordum ki bunun hiç bir zaman gerçek olmayacağını anladım. Ben okul çıkışı daireme çıkmak için merdivenlerden çıkarken kapılar hızla kapanıyor, sohbet eden bayanlar sanki cüzzamlıymışım gibi hızla evlerine giriyorlardı. Aylarca beklediğimiz şehir içi çalışan minibüslerin şoförleri, ikamet ettiğimiz bu şehirdeki tüm kadınlar gibi uzun pardösü yerine kot pantolon giyen eşimi dakikalarca izlerler, biz de kendimizi turist gibi hissederdik. Oysa benim doğup büyüdüğüm kasaba doksan dakikalık bir yolculukla ulaşılabilecek bir yerdeydi. Fen lisesi öğretmeni olmak için yaz tatilimi soru çözerek geçirmiştim, lojmanı uygun olan bu güneydoğu şehrinde hayatımın en zor iki yılını geçireceğimi bilseydim sanırım bu sınav ı kazandığım için çok sevinmezdim. Benim için bu okulda çalışmaya başlamak bir dönüm noktası oldu diyebilirim. Bu şehirde öğrendiğim en önemli bilgi yaşadığınız şehir ile dünya görüşünüzün uyuşması gerekir. Özgürlük konusunda verdiğiniz en küçük tavizler yeni tavizleri getirir ve siz bir an gelip de geriye dönüp baktığınızda artık dönüşü olmayan bir yola girdiğinizin farkına varırsınız. Garip olan şu ki zamanla ne kadar özgürlük yanlısı da olsanız farkında olmadan siz de baskıcı rejime uyum sağlamaya başlıyorsunuz ve kişisel görüşleriniz sık sık tahrip olmaya ve değişmeye başlıyor. Her sabah aynı gazeteyi okuyorsunuz. Tartıştığınız her kişi aynı görüşlere sahip, etrafınızdaki tüm insanlar sanki klonlanmış gibi olunca artık sizin de özgünlüğünüz kayboluyor. Bu sıcak vilayette geçirdiğim zor günler ilerisi için nasihat oldu aynı zamanda: Bana dokunmayan yılan bin yaşasın düşüncesinin ne kadar sakıncalı olduğunu da düşünmeye başladım. Örneğin siz ülkenin en batısında yaşıyor olabilirsiniz ve sizden kilometrelerce uzakta bireysel özgürlükleri kısıtlanmış beyinlerine sabit fikirler enjekte edilen insanlar hızla çoğalıyorsa ve siz de bu duruma göz yummakta devam ediyorsanız ben iddia ediyorum ki bir zaman gelecek sizin kendinizi güvende hissettiğiniz şehiriniz de yavaş yavaş aynı kalıba girmeye başlayacak. Bu aşamadan sonra atacağınız adımların hiçbir anlamı kalmayacak. Yalnız Sezar'ın hakkı Sezar'a mantığı ile yola çıkarsak ben bu derece mükemmel bir teşkilatlanma örneğine sadece o yıllarda tanık oldum. Hepimizin bildiği sıra gecelerinde saz çalıp türkü söylemek yerine kırmızı kapaklı kalın ciltli Said-i Nursi kitapları açılıyor, bir satır okunduktan sonra farklı meslek gruplarından insanlar bu cümleye çeşitli yorumlar getiriyordu. Üstadımız burada şunu demek istemiştir şeklinde başlayan cümlelerle fikirler beyan ediliyordu. Kendimi doktora dersinde bir makale üzerinde tartışan bilim insanları topluluğun içinde gibi hissetmiştim. Bununla birlikte kırmızı kapaklı kitaplar üzerinde tartışmak yerine neden Allah kelamı hakkında konuşulmuyordu; bunu da anlamıyordum. Sanki Allah kelamının yerini -haşa-insan kelamına bırakmışlardı. Uzun gece sohbetleri sadece belirli bir grup için geçerli değildi, vilayette başka gruplar vardı. Okulumuzda da her öğretmenin dahil olduğu bir cemaat vardı. Ben her zaman okulları ülkemizin küçük bir prototipi olarak görürüm. Okul müdürü de başbakanın bir numunesidir. Bizim okul müdürümüz de amcasının ortaöğrenim genel müdürü olmasının etkisiyle gerekli hizmet süresini doldurmadan ve yöneticilik sınavını kazanmadan sıcak bir yaz gününde telefonla aranarak kendisine okul müdürü olduğu beyan edilmiş biriydi. Odasına ilk girdiğimde sehpanın üstünde gördüğüm bilim dergileri cidden bilim okuluna geldiğime dair bir kanı oluşturmuştu bende. Ancak girişteki Atatürk büstü ne kadar aksesuarı tamamlamak için konmuşsa o dergilerin de gösteriş amaçlı orada olduğunu sonradan anladım. Bu okulla ilgili beni çok üzen bir anımı da müsaade ederseniz paylaşmak isterim. Tübitak tarafından ödül almış bir öğrencimiz vardı. Her zaman hayat dolu, gülümsemesi eksik olmayan bir kızdı; yanlış anımsamıyorsam ben başka bir şehre gittikten iki yıl sonra gazeteden bu neşe dolu kız çocuğunun intihar ettiğini öğrendim. Bu olay beni en çok üzen olaylardan biridir. Bu intihar olayının hemen üzerinin örtülmesi ise beni üzen başka bir durumdur. Elbette ki bu okulda benim çalıştığım dönemde de iki öğrenci intihar girişimde bulundu ancak gece üçte acile yetiştirip öğrenciyi son anda kurtardık. Tüm bu intiihar girişimlerine rağmen ne tesadüftür ki okul yönetiminde bir değişiklik olmadı. Ben bu tesadüfü okul müdürünün Ankara'da genel müdür olan amcasına bağlamaktayım. Sizler bu konuda ne düşünürsünüz bilemem. Yalnız inanmak size kalmış ama ben çocuklarımın kazansalar dahi Fen lisesinde okumalarını istemem. Seviyesi düşük ya da yüksek de olsa her okulda belirli bir düzeyde öğretmen kadrosu genç beyinlere belirli sabit görüşleri deklare etmeye devam ediyor ve bundan sonra da edecekler. Çünkü o kişiler de belirli bir cemaat tarafından okutulup o eğitimi zamanında almışlar. Çok üzücü ama gerçek olan duruma göre yüce kitabımızın yerini kalın kırmızı kitaplar, peygamberimizin yerini ise mezarının yeri bilinmeyen "üstat"lar alıyor. Bu durum bir sınıf içinde öğrenciler arasında gruplaşmaya, öğretmenler arasında ve son olarak halkın içinde belirli grupların oluşmasına sebep oluyor. Sınavla girilen öğretim kurumları ile ilgili olarak başka bir gözlemimi de aktarmak istiyorum. Bu okullarda maddi geliri yüksek velilerin okul-aile birliği yönetiminde olduğu, gerektiğinde okul yönetimini kontrol altına aldığı da ülkemizin bir gerçeği. Doğu bölgelerimizde veli bir cemaat lideri ya da toprak ağası ise, bu kişinin çocuğunu uyarmanız dahi sizin için hoş olmayan sürprizlerle karşılaşmanıza sebep oluyor. Batıdaki şehirlerimizde bu durumun devam ettiğini söyleyebiliriz. Maddi durumun yüksek olması yine okulda öğretmen seçimine kadar alınan kararlarda okul -aile birliğinin ne kadar etkili olduğunu gösteriyor. Aslında akraba evliliğini de doğuya özgü sanırdım ancak sosyal hizmetlerde çalıştığım sıralarda yaptığım tüm ziyaretlerde birçok özürlü çocuğun anne babasının akraba olduğunu öğrenmiştim. İnsanlarımız bir aile apartmanı dikip merdivenlerini halı ile kaplamak için yakın akraba çocuklarını evlendiriyor ve risk almayı seviyor ancak tüm bilgilendirme çalışmalarına rağmen akraba evlilikleri devam ediyor. Sanırım millet olarak okumayı araştırmayı, bilgi sahibi olmayı sevmiyoruz ya da kendi doğrularımızın her zaman doğru olduğunu düşünüyoruz. Yirmi dört kasım öğretmenler gününde son dersime girip mesleğimi bıraktığımda ben de kendi doğrularımın mutlak doğru olduğunu düşünmüştüm. Ama sonuç olarak on yıl boyunca yürüttüğüm eğiticilik görevimde meslektaşlarım devamlı sigara içen, kesinlikle okumayan, araştırmayan, branşı ile ilgili hiç bir yeniliği takip etmeyen kişilerdi. Yüksek lisans yapmamın da meslektaşlarım arasında alay konusu olduğunu hatırlarım. İlk hedef olarak bu meslekten çıkmak amacıyla akademik kariyere yöneldim ancak bu alanda benim ne kadar eksik kaldığım yönler olduysa da matematik bölümüne, fizik bölümünü elli beş ortalama notu ile mezun olan kişilerin alındığını görünce aday seçiminde başka hesaplar olduğunu hissettim. Aslında duygulara gerek yok, bizzat fizikçi arkadaş bana "torpilli" olduğunu söyledi. Böylece başka bir ülke gerçeği ile daha yüzleşmiş oldum. Üniversitelerde insanların odalarına kapanıp sadece bilimsel makale okuduklarını sanmayın. Bilindiği gibi dünyadaki üniversiteler sıralamasında ilk beş yüzde hiçbir üniversitemiz yok. Karşılıklı atışan eski-yeni bölüm başkanları ve yalakaları ile her siyasal iktidarla birlikte değişen "bilim" insanları. Bilim insanlarının da tıpkı öğretmenler gibi ay sonunu beklemekten başka bir şey yapmadığını fark ettiğimde, lisans öğrenimim süresince çok farklı olduklarını sandığım akademisyenlerin de herhangi bir okulda çalışan herhangi bir branş öğretmeni ile aynı olduğunu düşünmüştüm. Yeniden lisans öğrenimine farklı bir branşta başlamak ne kadar doğru olur emin değilim. Bu konuyu da zamana bırakmakta fayda var. Elbette bunun için hiç emek harcamadım diyemem. Sosyal hizmetler il müdürlüğünde çalıştığım kuruluşlardaki gece nöbetleri kitap okumak için ve soru çözmek için en uygun zamanlardı. Gecenin ilerleyen saatlerinde sadece sessizlik ve tam konsantrasyon sağlamak için ideal bir ortam. Bu nöbetler esnasında adeta bir zaman yolculuğuna çıkmış gibi lise yıllarınızda anlayamadığınız herhangi bir kavramı ya da bir soru tipini yolu yarıladıktan sonra üç çocuk babası olarak yeniden anlamaya çalışmak ve anlamak oldukça farklı bir duygu. Ve yine bana çok garip gelen lise yıllarımda hiç ilgimi çekmeyen bir bilim dalının bu yaşta ilgimi çekiyor olması. Acaba bunun sebebi o yıllarda başımda esen kavak yelleri mi yoksa doğru zamanda doğru kitabı okumak mı? Örneğin ben şu aralar Marguerite Duras'tan Konsolos Yardımcısı'nı okumaktayım. Bu kitabı ilk okuduğumda çok itici buldum ve ilk fırsatta kütüphaneye iade etme kararı aldım. Ancak iki ya da üç gün sonra çıktığım bir yolculukta yanıma aldığım tek kitap yine aynı kitaptı. Ve ben çok sıkıcı gelen yolculuğumu geçirmek amacıyla aynı sayfaları tekrar çevirmeye başladım. Sanki bir büyü yapılmıştı ve ben bu kez Konsolos Yardımcısını okurken zevk almaya başlamıştım. Bir kitabı okumak sanırım aynı kişi ile ikinci kez evlilik yapmak gibi. İlk evliliğinizde eşinizin güzel yanlarını göremediniz, yürütemeyeceğinizi sandınız ve sizi sıkan bir kitaptan nasıl kurtulduysanız o kişiyi hayatınızdan çıkarmak için mahkeme koridorlarında soluğunuzu alıyorsunuz. Yıllar sonra aynı kişi birden karşınıza çıkıyor tıpkı belirli bir zaman geçtikten sonra aynı kitaba yeniden rastladığınızda hissettiğiniz duygu gibi, acaba dersiniz o an kendinize yeniden denesem mi belki bu kez her şey çok daha güzel olur. Umarım her ikinci okuyuşlar benim "konsolos yardımcısı" gibi zevkli ve ikinci evlilikler de mutluluk ve huzur dolu olur. Bana göre kitap okumak için en uygun zaman günün ilk saatleridir. Kuş sessizleri ile sabah serinliğinde benliğinizin en taze olduğu anda elinizde en sevdiğiniz kitabın sayfalarını çevirdiğinizi hayal edin. Eminim ki daha önce başlamayı denediğiniz ancak karışık geldiği için yarım bıraktığınız birçok kitap dahi sabahın erken saatlerinde okuduğunuz zaman daha anlaşılır ve daha çekici gelecektir.
Beğen, Paylaş ve Yorum Yap
Diğer sosyal mecralarda da paylaşmayı sakın unutma :)
...

Bu Yazının Yorumları

Son Eklenenler
Son Yorumlar

Hasret AKSOY- 3 gün önce

Teşekkür ediyorum. Olması Gerekenlerin Olmaması

Neslihan- 3 gün önce

"...kimsenin fazlasını beklemediği, herkesin kendi... Olması Gerekenlerin Olmaması

Mehmet Ali Zengin- 1 hafta önce

Saygılarımla Müezzin Hulusi
Daha Fazlasını Gör