- Yazar: MUSTAFA KALFA
- Kategori: Deneme, Hikaye
- Bu yazı Okuryazar’a 1 gün önce eklendi ve şu anda 0 Yorum bulunmaktadır.
- Gösterim: 72

Pharos I (Bölüm III – Cam Derinlik)
3.1 – Sabahın Kaburgası
Sabah, bir çan sesiyle başlar.
06.00’yı gösterdiğinde, fanusun paslı merkez borusundan derin, tok bir metal sesi yayılır:
Tung.
Ne acele ettirir, ne uyandırır. Sadece hatırlatır.
Yeni bir gün. Yeni bir döngü. Aynı dar tünellerde, aynı paslı duvarlarla.
Işıklar birkaç dakika sonra yanar.
Tavan boyunca dizilmiş spiral ışıklar sırayla yanar; solgun ve serin bir parlaklık yayarlar.
Bu ışık, dışarıdan gelen bir güneşin değil, unutulmuş bir gökyüzünün taklididir.
Fanustaki insanlar, gökyüzünü sadece kitaplardan ve eski resimlerden tanır.
Bazıları onun gerçek olduğundan bile emin değildir.
Ama yine de bir şeyin eksik olduğunu bilirler.
Sanki hayat, olması gereken bir şeyi hep unutur.
Fırıncı Berien, çan sesi duyulmadan uyanır.
Uykusu hafif, sabahı ağır bir adamdır.
Hamuru yoğururken elleriyle değil, sanki eski bir alışkanlıkla çalışır.
Fırını yakar. Buharlı kettle’ı açar.
Ve her sabah, kendi kendine tekrar eder:
“Zaman geçiyor. Ve biz hâlâ buradayız.”
Fırının önünde, üç yaşlı kadın belirir.
Her sabah gelirler.
Biri sessizce dua eder, biri ayaklarını ovuşturur.
Sıranın en sonunda duran kadın, avucundaki buruşturulmuş bir kâğıdı fırının kül kutusuna bırakır.
Kâğıtta iç içe geçmiş iki halka çizilidir.
Ne anlamı sorulur, ne kadın konuşur.
Ama Berien göz ucuyla bakar.
Ve bir şey hisseder.
Neyin eksik olduğunu değil… neye özlem duyulduğunu.
Sokaklar hâlâ serin, duvarlar nemli.
Cam yüzeyler içeriden buğulanmış.
Ama bu, dışarıdaki havanın soğukluğundan değil; içeridekilerin hâlâ yaşamasından.
Kanal pazarı yavaş yavaş uyanır.
Tezgâhlarda kırık eşyalar, parçalanmış aletler, yarım yamalak hatıralar.
Bir adam, çatlamış bir cam şişeyi eline alır.
Satıcı başını kaldırmadan konuşur:
“Fiyatı değil. Taşıdığı zamanı ödüyorsun.”
Bir çocuk, cam zemine oturmuş dışarıyı izler.
Fanusun dışında, loş suda süzülen bir mürekkep balığı geçmektedir.
Çocuk parmaklarını cama dayar.
Gözleri yorgun ama dikkatli.
Hiçbir şey demese de, dudakları kıpırdar gibi olur.
Sanki içinden şu geçer:
“Bugün bir şey farklı…”
Elen, okul yolunda ayakkabısını ters giymiştir ama fark etmez.
Yanındaki Omer, camlara yansıyan ışığı gösterir:
“Bugün daha parlak,” der.
Elen cevap verir:
“Parlak değil. Kırık. Ama kırık olan da ışık verir.”
Çamaşırhanede, buharla kaplı bir camın üzerine parmakla bir şey çizilmiştir:
Bir kalem.
Kimin çizdiği bilinmez.
Ama geçen herkes ona bir an bakar, sonra hiçbir şey olmamış gibi yürür.
Fanusta bazı şeyler, yalnızca gözle değil, hisle anlaşılır.
Sokağın sonunda, “Eski Salon” denilen, çökmeye yüz tutmuş bir sahne binası vardır.
Günümüzde tiyatro oynanmaz orada.
Ama sabahları, dokuz yaşındaki biri, sahneye çıkıp hayali bir seyirciye masallar anlatır.
Bugünkü masalın adı: “Çatlaktan Sızan Işık.”
Bir kadın uzaktan dinlerken gözleri dolar.
Sebebini bilmez. Sadece sessizce ellerini ovuşturur.
Mavi Kat’ın kütüphanesinde, ışık henüz tam yanmadan uyanan biri daha vardı.
Lile.
Kızıl saçları omuzlarının üstünde gevşekçe dağılmış, solgun teni sabahın soluk ışığını yutmuş gibiydi.
Uykudan değil, bir düşünceden uyanmış gibiydi.
Gözleri, rafların arasında belli bir noktaya takılmıştı.
Eski bir defterin köşesinden sarkan yıpranmış bir kâğıt parçasına.
Elini uzatmadı.
Bazen dokunmak, unutmayı hızlandırırdı.
Sessizce sandalyeye oturdu.
Başını kitaplara yasladı.
Ve dışarıdaki çan sesini dinledi.
Fanus uyanıyordu.
Ama Lile, henüz rüyasından ayrılmamış gibiydi.
Bu sabah, tıpkı diğerleri gibi eksik.
Ama hâlâ sabah.
Kimse tam mutlu değil, ama kimse tamamen yıkılmış da değil.
Alt halk, her şeye rağmen birbirine yaslanarak yaşıyor.
Aralarında açıkça söylenmeyen bir kural var:
“Paylaşacak bir şeyin varsa, kendine saklama.”
Bu bir dilim ekmek de olabilir, bir eski radyo da.
Ya da sadece küçük bir kahkaha.
Çan sesi sustuğunda, fanus hâlâ uyanıyordur.
Ama bu sabah, sanki bir şey… biraz daha içeriden uyanıyordur.
3.2 – Dördüncü Gün
Sesli panel, sabahın sessizliğini iki dakika geç böldü.
“Sanatçı statüsündeki birey için taşıma başlatıldı.”
Tünelin ucunda beliren siluet, her sabahki gibi aynıydı: Orun.
Gümüş renkli taşıma kabını dikkatle taşıyan, özenli, ölçülü, kısıtlı bir adam.
Konsorsiyum’a bağlı özel aşçılardan biri. Görevi sadece sanatçılarla çalışmak, dış dünyayla temasını en aza indirmekti.
Sanatçının güvenliği için neredeyse steril bir hayat yaşıyordu.
Fanustaki pek az insan Orun kadar az dışarı çıkıyordu.
Bugün ise her şey biraz daha gerçekti.
Kabı küçük masaya yerleştirdi. Yüzü her zamanki gibi solgun, elleri titiz.
Steril, dar mutfakta kısıtlı besinle yaşıyor, dışarıyla teması minimumda tutuyordu.
Kabı açtı. İçerik sıradandı: haşlanmış bir yumurta (yarısı eksik), üç zeytin (biri ezilmiş), bir parça kuru ekmek.
Tam ortada, düzgünce katlanmış bir peçete duruyordu.
Steril beyazın üzerinde, kanla yazılmış ince bir cümle vardı. Kenarında hafifçe kabarmış kan lekesi.
Kapı açıldı. Konsorsiyum görevlisi Kassel içeri girdi.
Sessizce, alışkanlıkla. Ama bugün adımları biraz daha hızlıydı.
Orun, gözlerini peçeteden ayırmadı.
“Bugün de sen geldin,” dedi yumuşak ama içinde biraz sitem olan bir sesle.
Kassel gözlüğünü ayarladı. “Tesadüf.”
Orun hafifçe gülümsedi; gülümsemesi hem yorgun hem hafif kızgındı.
“Üç gündür hep bu tesadüfler… Yoksa sen de mi onun hakkında meraklısın?”
Kassel, başını kaldırmadan masaya yaklaştı.
Peçeteye eğildi, eldivenini taktı.
“Bu...” dedi, biraz duraksayarak.
Parmaklarıyla peçeteyi kaldırdı, kanla yazılmış cümleyi yavaşça okudu, kendi içinde tekrarlayarak:
“Lütfen bir kalem. Anlatacak çok şeyim var.”
Sessizlik çöktü.
Orun fısıldadı:
“Henüz dördüncü gün. Bu kadar erken yazması normal mi?”
Kassel gözlüğündeki mikro sensörü etkinleştirdi, peçeteyi taradı.
“Normal değil,” dedi kısa ve net.
Orun derin bir nefes aldı, başını salladı.
“Tanıyor musun? Daha önce... duydun mu bu ismi?”
Sesi yumuşak, çekingen, içinde biraz da hayret vardı.
“Biliyorsun,” diye devam etti, “ben sanatçılara çalışıyorum ama genelde mutfaktan çıkmam. Onları tanımıyorum. Ama bu seferkini tanıyor gibisin. Üç gündür her kontrole eksiksiz geliyorsun.”
Kassel suskun kaldı.
Bakışlarını yere, cam zemine kaydırdı.
Sonra, ilk kez o ismi söyledi:
“Ruviel.”
Adı söylenince odadaki hava değişti.
Sanki çok eski bir tel, yeniden titremeye başladı.
Kassel, metal dosyayı çıkardı. Peçeteyi içine yerleştirdi, kutu kilitlendi.
Ama parmakları istemsizce o cümlede takılı kaldı.
“Bu… bu kadar belirgin olmalı mıydı?” diye mırıldandı.
Orun ona baktı.
“Ne demek istiyorsun?”
Kassel biraz düşündü, gözlüğünü çıkardı, elini saçlarına götürdü.
“Normalde bu tür şeyler izlenir, ölçülür, not edilir. Ama bu? Bu doğrudan seslenmek.”
“Çok net. Fazla net.”
Orun bir adım yaklaştı.
“Bazen… bir şey ne kadar netse, o kadar korkutur.”
Kassel başını kaldırdı, yorgun ama anlayışlı bir gülümsemeyle:
“Bana bir şey söyle Orun.”
“Eğer gerçekten anlatacak çok şeyi varsa… biz onu dinlemeye hazır mıyız?”
Orun cevap vermedi.
Sadece taşıma kabının kapağını yavaşça kapattı.
Ama odadaki hava… sabahın steril sessizliğine rağmen… değişmişti.
Bir şey uyanmıştı.
Ve o şey artık kabına sığmıyordu.
3.3 – Toplantı
Pharos I’in karar mekanizmasının kalbi olan Konsorsiyum, olağan akışında nadiren bozulur. Bugün o nadir günlerden biriydi.
Saat tam 12:30. Öğle yemeği devam ederken, Kassel yavaşça masasından kalktı. Her zamanki gibi gözlüğündeki merceği değiştirip, o tanıdık netliği gözlerine yerleştirdi.
Konsorsiyum üyeleri yemeğin ortasında şaşkınlıkla birbirine baktı. Kassel, sessizce koridora yöneldi ve birer birer bazı üyelerin yanına uğrayarak şöyle dedi:
“Fanusun mikroskobik böceklerinin nüfus sayımı yapılacak. Sayı artmaması için muhakkak hepiniz gelin.”
Üyeler, bu absürt bahaneye karışık ifadelerle cevap verdi; bazıları kaşlarını kaldırdı, bazıları gülümseyip hafifçe omuz silkerek peşinden geldi.
Yavaş yavaş üyeler bir araya toplandı.
Toplantı başladığında, masa etrafındaki 21 üye yerlerini almıştı:
Işık Döngüsü Koordinatörü – Meya
• Ses Rehberi – Marek
• Besin Döngüsü Temsilcisi – Doran
• Arınma ve Bakım Yetkilisi – Sila
• Eğitim ve Duyumsal Gelişim Sorumlusu – Kael
• Bellek Yorumcusu – Evren
• İfade Denetmeni – Liris
• Ritim ve Uyku Döngüsü Uzmanı – Nira
• Yapısal Varlık Denetçisi – Thom
• Halk Gözlem Temsilcisi – Umut
• Güvenlik Koruyucusu – Varel
• Sanat İzin Kurulu Temsilcisi – Dira
• Kayıt Düzelticisi – Jalen
• Başdenetçi – Kassel
• Nemozin Projesi Temsilcisi – Serin
• Tedarik ve Lojistik Temsilcisi – Arvid
• Dil Çözücü – Rina
• İzleyici Psikolojisi Temsilcisi – Melik
• Su ve Enerji Paylaşım Uzmanı – Harun
• Hafıza Kodlama Uzmanı – Belis
• Rüya İzleme Temsilcisi – Narin
Kassel (Başdenetçi), metal dosyasını hafifçe masaya bıraktı ve herkesin dikkatini çekmek için öne doğru eğildi.
Kassel (Başdenetçi):
“Bugün alışılmışın dışında bir sebeple toplandık. Fanusun mikroskobik böceklerinin nüfus sayımı yapılacakmış. Tabii, bunun bir an önce ve eksiksiz yapılması gerekiyor.”
(kısa bir tebessüm)
“Şaka bir yana... Ruviel Valen adlı sanatçının, 14 günlük izleme süresi dolmadan önce, kendi kanıyla yazılmış bir not ile kalem talebinde bulunduğu tespit edildi. Günümüz: 4.”
Evren (Bellek Yorumcusu)
(kendi içine döner gibi)
“Bu kadar erken... Hafıza bu noktada hâlâ pusludur. Yazı değilse... yankı olabilir. Ama bu kadar derin bir yankı, bir şey uyandı demektir.”
Kael (Eğitim ve Duyumsal Gelişim Sorumlusu)
(elleri masanın kenarına yapışmış, sesi titrek)
“Bu hızda çözülme, belleğin değil, kimliğin çatladığını gösterir. Yazı değil, çığlık olabilir.”
Arvid (Tedarik ve Lojistik Temsilcisi)
(dijital bir listeye göz atarak, resmi bir tonla)
“Protokole göre kalem yalnızca 14. gün sonunda, denge raporuna göre iletilir. Fiziksel temassızlık sürüyor. Şu an bu talep geçersiz.”
Serin (Nemozin Projesi Temsilcisi)
(başını eğip gözlüğünü düzelterek)
“Nemozin, kriz anında sezgisel çözülmeleri dikkate alır. Bu bir deneme değil. Bu... içeriden gelen bir yankıysa, geri çevrilmemeli.”
Dira (Sanat İzin Kurulu Temsilcisi)
(kısa bir tereddütle, doğrudan Kassel’e)
“Notun içeriği nedir?”
Kassel (Başdenetçi)
(net, ölçülü, vurgulu bir sesle)
“‘Lütfen bir kalem. Anlatacak çok şeyim var.’”
(birkaç saniyelik yoğun sessizlik)
Rina (Dil Çözücü)
(kendi kendine, dudaklarını oynatarak)
“Cümle düzgün. Kurgu net. Ama içinde kıpırdayan bir fazlalık var… taştığı için yazılmış, planlandığı için değil.”
Melik (İzleyici Psikolojisi Temsilcisi)
(kısık sesle)
“Bu yayılırsa, halk onunla özdeşleşir. Dördüncü günde yazmak, umut demek olur. Umut... kontrol edilemeyen tek döngüdür.”
Marek (Ses Rehberi)
(gülümsemeden, alayla)
“Bir yumurta, bir zeytin, bir peçete... ve şimdi bir kalem. Belki de her döngünün mükemmel çatlağı budur.”
Serin (Nemozin Projesi Temsilcisi)
(bakışlarını Marek’ten çekmeden)
“Ya çatlak değilse?”
Meya (Işık Döngüsü Koordinatörü)
(kendi içine kapanmış gibi)
“Bu cümle... ‘ilk’ olabilir. Gerçekten ilk. Ve ilkler çoğalır.”
Harun (Su ve Enerji Paylaşım Uzmanı)
(sessizce, boğuk bir sesle)
“Yanıt verirsek, sistem dıştan çatlar. Vermezsek... içten sızar.”
Belis (Hafıza Kodlama Uzmanı)
(gözlerini kapar)
“Kayda geçerse, geri dönüş kalmaz. Geçmezse, gölge olur. Ama gölgeler hep büyür.”
Kassel (Başdenetçi)
(yavaş, sessiz, kararlı)
“Bu sadece bir kalem değil. Bu, yazının zamanını kimin belirlediğine dair bir soru. Bazen... karar, yazıdan sonra gelir.”
Oylama başlar.
Gönderilsin diyenler: Serin, Evren, Rina, Dira, Kassel, Meya, Narin, Sila, Nira, Liris
Gönderilmesin diyenler: Arvid, Marek, Kael, Melik, Harun, Belis, Jalen, Varel, Thom, Umut
Sonuç: 10’a 10.
Kassel, başını hafifçe öne eğer. Gözlüğünü çıkarır, alnına dokunur. Sonra:
Kassel (Başdenetçi):
“Gönderilsin. Ama gizli. Kayıt dışı. Aileler bilmeyecek. Akşam yemeği sırasında, servis tepsisinde teslim edilecek.”
(Toplantı sona erer.)
Koridorun karanlığında iki genç diz çökmüş, kulak kesilmiştir.
Biri diğerine fısıldar:
“Kalem istemiş... Kanla yazmış. Dördüncü günmüş.”
3.4 – Fısıltı
Saat 12:32.
Yemek salonunda metal kaşıkların sesi hâlâ duyuluyordu. Ama bazı bakışlar eksilmişti. Konsorsiyum üyeleri, Kassel’in önderliğinde salondan ayrılmış, kapalı kapılar ardında toplanmıştı. Fanusun merkezinde büyük bir karar doğmak üzereydi.
Salondaki kalabalığın arasında, duvar dibine yakın iki genç dikkat çekmeden oturuyordu. Biri daha uzun, saçları darmadağın; diğerinin yüzü çilliydi, sürekli kıpırdanıyordu. İkisi de çıraktı. Henüz öğrencilik statüsündeydiler — resmi görevleri yoktu, ama gözleri daima açıktı.
Iro ve Tarin.
Alt şehrin yaramazları. Halkın neşesi, öğretmenlerin baş belası.
Ve belki de bugün… ilk fısıltının taşıyıcıları.
Tarin (fısıltıyla):
“Gördün mü Kassel’in yüzünü? Camı sildiği gibi gözlüğünü değiştirdi, anında yürüdü.”
Iro (gözlerini kısarak):
“Yemeği bitirmedi bile. Belli ki bir şey oldu.”
İkisi de aynı anda başlarını çevirdi. Kassel’in ardından salonu terk eden diğer üyeleri izlediler. Birbirlerine küçük bir kaş-göz yaptılar. Geriye yaslanıp birkaç saniye beklediler, sonra sessizce masadan kalktılar. Ayakkabıları neredeyse zemine değmeden kayarak hareket etti. Koridorun köşesine vardıklarında, biri içeri sızdı, diğeri dışarıda gözcü kaldı.
İlk kelimeleri tam olarak duyamadılar. Ama ses tonlarını, sessizlikleri, iç çekişleri ezberlediler. Gözlük takan bir adamın nottan söz ettiğini, başkalarının irkildiğini gördüler.
Ve sonra, o cümle:
“Lütfen bir kalem. Anlatacak çok şeyim var.”
Tarin’in gözleri büyüdü.
Iro’nun dudakları aralandı.
Iro (fısıltıyla):
“Kalem istemiş... Kanla yazmış. Dördüncü günmüş.”
Tarin (boğuk bir sesle):
“Yemin ederim bu gerçekse... her şey değişir.”
Öğle sonrası, Alt Şehir’in dokusuna yeni bir titreşim karıştı.
İlk önce fırıncı duymuştu. Tarin, un taşıyan çırağa anlatmıştı.
Oradan sebze dağıtım görevlisine, ardından su kuyruğundaki yaşlı kadına geçti.
Gençler duvarlara yazmadı ama gözlerine kazındı.
Kadınlar kumaşı işlerken değil, söylentiyi işlerken sustular.
Yaşlılar başta güldü; ama sonra gözleri bir noktada takılı kaldı.
Kimileri “olamaz,” dedi. Kimileri içten içe “umarım doğrudur,” dedi.
Akşam yaklaşırken, herkesin kulağında aynı cümle uğulduyordu:
“Ruviel Valen bir kalem istemiş. Kanla.”
Bir haber değil, bir yankıydı bu.
Bir karar değil, bir çatlak.
Ve çatlak büyümeye başlamıştı.
3.5 – Geceyi Dinleyenler
Gece çökmüştü. Fanusun ışıkları sönmemişti ama kararmıştı. Yukarıdan gelen loşluk, alt şehrin sokaklarına ince bir kül gibi yayılmıştı. Herkesin evine döndüğü, yalnızca nöbetçilerin ve düşüncelerin dolaştığı saatlerdi. Ama o gece, birkaç kişi daha ayaktaydı.
Orun, akşam yemeğini hazırlıyordu. Cam yüzeylerde ellerinin yansımaları titremeden ilerliyordu. Her hareketi, yılların getirdiği bir sabırla tekrar tekrar ezberlenmiş gibiydi. Denge, ölçü, sessizlik. Bunlar onun mutfağının gizli malzemeleriydi.
Tepsiye sade bir çorba, birkaç dilim meyve ve ince bir ekmek yerleştirdi. Ardından, metal kapsülü çıkardı. Küçüktü. Zarifti. Kırılgandı. Ama taşıdığı şey, çok daha büyük bir şeydi artık: bir kalem. Onu çorba kabının altına sabitledi. Tek bir vida sesi duyuldu. Kısa. Kesin. Umut gibi.
Tam o anda, arkasında bir gölge belirdi. Sessizdi ama varlığı doluydu. Kassel.
Gözlüğü gözündeydi, mercekleri arasında asimetrik bir cam parlıyordu. Ellerini cebine sokmuş, duruyordu. Konuşmadı. Gözleri Orun’un ellerindeydi, dikkatle ama yargılamadan izliyordu.
Orun, bir an durdu. Sonra başını eğdi. Kassel de karşılık verdi; kısa bir baş selamı. Kelimeler gereksizdi. Bu, görev değil, sadakatti.
Yemek kapsülü asansöre yerleştirildiğinde, fanusun iç çeperinde küçük bir sinyal yandı. Işık, bir damla gibi yükselmeye başladı.
Ve o gece, ilk kez bir şey oldu: Alt şehirde insanlar pencereye yöneldi.
Fısıltılar o kadar yayılmıştı ki, yemeğin gönderildiği bu saat bile artık bir sır değildi. Kalem söylentisi—Ruviel’in kanla yazdığı not, kalem talebi, dördüncü günün sarsıntısı—şimdi sokak aralarında yankılanan sessiz bir inanç olmuştu. Gerçek mi, değil mi, artık kimse emin değildi. Ama bir şeylerin değiştiğini herkes hissediyordu.
Ve o ışık… göğe doğru süzülen, neredeyse şeffaf ama net bir çizgi… alt şehirdeki yüzlerce, belki binlerce göz tarafından izleniyordu.
Bir sokak köşesinde, başını kaldırmış, sessizce bakan bir yüz daha vardı: Lile.
Kütüphane kapanalı saatler olmuştu ama Lile hâlâ ayaktaydı. Saçları dağınık, bakışları karanlıkta sabitti. Gözleri, yükselen ışığı izliyordu ama kalbi çok daha içeride, geçmişin sessiz odalarında çarpıyordu.
Ruviel Valen’in adını son duyduğundan beri zihni durmamıştı. Not gerçek miydi, bilmiyordu. Ama hissetmişti. Sadece işittiği değil, tanıdığı birine ait bir çağrıydı bu. Unutulmuş ama silinmemiş. Sanki bir cümle, eksik bırakılmış bir ses gibi içinde dolanıyordu.
Bir pencere pervazına yaslandı. Gecenin serinliği tenine dokundu ama içi daha sıcaktı. Nefes aldı. Derin, titreyen bir nefes. Gözleri ışığa kitlendi. “Gitme,” dedi içinden, ama kimseye değil, belki sadece kendi korkularına.
Ama sonra gülümsedi. Küçük, buruk bir gülümseme. Çünkü içten içe biliyordu: Ruviel geri gelmişti. Ve bu kez onu yalnız bırakmayacaktı.
Lile, karanlıkta gözden kayboldu. Ama bakışı, hâlâ yukarıdaydı.
Asansör süzülmeye devam etti.
İlk olarak Lucarno Ailesi’nin katından geçti. Kapılarında altın çerçeveli siyah bir göz.
Kimse onlarla göz göze gelmezdi.
Sonra Cavellin Ailesi. Diyapazonlar ay ışığında titrerdi; her geçişte bir şeyin sesi değişirmiş gibi olurdu.
En son Veltrano Ailesi. Açık bir kitabın üzerine oturmuş bir kum saati vardı. Ne okunuyorsa, zamanı vardı.
Ve sonra — tepe noktası. Sıfır noktası. Yalnızlığın sessiz zirvesi.
Asansör durdu.
Bir tık sesi duyuldu.
Ruviel Valen yerinden fırladı. Bütün gün süren sessizlik bir anda parçalandı. Gözleri alev gibi açıktı. Gövdesi yorgundu ama içindeki sezgi, yeniden harekete geçmişti. Hızla tepsiye yöneldi. Kapağını kaldırdı...
Beğen, Paylaş ve Yorum Yap
Diğer sosyal mecralarda da paylaşmayı sakın unutma :)
...
Bu Yazının Yorumları
Son Eklenenler
Son Yorumlar
Emre Bağce- 3 hafta önce
@Kadir58 Amin Abi, nur içinde yatsınlar. Canım Annem'e
Kadir TEPE- 3 hafta önce
Evet Hocam, her yerde ve her zaman özlenir anneler.... Canım Annem'e
Serdar Yıldırım- 3 hafta önce
Link açılmazsa arama motorlarına kopyala yapıştır y... Portekiz'in Başkenti Lizbon'da...