- Yazar: MUSTAFA KALFA
- Kategori: Deneme, Hikaye
- Bu yazı Okuryazar’a 2 gün önce eklendi ve şu anda 0 Yorum bulunmaktadır.
- Gösterim: 63

Pharos I (Bölüm II – Sesin Gölgesi)
Zaman burada hâlâ yoktu.
Ama ışık vardı. Ve ışık değişiyordu.
Başta yalnızca bir titreşim gibiydi—masanın üzerindeki yapay kaynaktan sızan belirsiz bir soluk. Ama sonra fark ettim: her sabah aynı saatte uyanır gibi parlıyordu. Gri duvarlara düşen gölgeler bile tekrar eder gibiydi. Akşamları ise o ışık, bir nefes gibi içeri çekiliyordu. Sönmüyor, yalnızca uzaklaşıyordu. Sessiz, dikkatli, neredeyse canlı.
Karanlık hiçbir zaman tam olmuyordu. Tavandan sızan soluk bir mavi, geceyle birlikte odaya yerleşiyor, beni görünmez bir boşluk gibi içine alıyordu. Gözü yormuyordu. Ama içimi... sessizce çözüp saran bir şey vardı orada.
Bir sabah, ışık yeniden parladığında, duvarın sağ alt köşesindeki o ince çizgi bir “tık” sesiyle açıldı. Daha önce fark etmiştim ama önemsememiştim; şimdi ise bir kapı gibi belirgindi. İçeriden bir tepsi kaydı: sade bir tabak, küçük bir su kabı, ve bembeyaz bir peçete.
Sessiz, ölçülü, sorgusuz bir sunum.
Aynı panel, her akşam ışık geri çekilmeden hemen önce yeniden açılıyordu. Yemekler değişiyor ama hissi değişmiyordu. Ne eksik, ne fazla. Tat yoktu; amaç vardı. Her şey yeterliydi—ama hiçbir şey doyurucu değildi.
Sonraki günler bu döngüye oturdu.
Işık sabahları doğuyor, akşamları içe çekiliyordu.
Tepsi vaktinde geliyor, hep aynı biçimde kayıyordu içeri.
Bir saat yoktu, ama zaman vardı.
Ve ben, bu zamanın içinde, ölçülmüş bir yalnızlık gibi salınıyordum.
Ama geceler…
Onlar döngüye ait değildi.
Işık azaldıktan sonra, göz kapaklarımın altında başka bir ritim başlıyordu.
Ve her gece, içimde bir kapı biraz daha aralanıyordu.
BİRİNCİ RÜYA – PANİK
Kendimi bir mürekkep çölünde buldum.
Ne gökyüzü vardı, ne yön. Kum yerine siyah, yoğun ve yapışkan bir sıvı. Her adımda içine çekiliyordum. Ama ilerlemem gerekiyordu.
Uzakta eğilmiş, devrilmek üzere bir kule vardı. Gövdesi çatlamış ama tepesinde titrek bir ışık yanıyordu—tanıdık. Belki de Pharos I’in kendisi.
Arkamdan adımlar geliyordu. Ama kimse yoktu.
Nefesim kesiliyor, göğsüm daralıyordu.
Kulenin çevresinde karaltılar yürüyordu.
İnsan değillerdi. Ama oradaydılar.
Sonra, yerin altından bir ses yükseldi.
Sanki düşerken haykıran biri:
“Yazmazsan batarsın.”
Uyandığımda zemin hâlâ yumuşak gibiydi.
Kalbim rüyadan çıkmamıştı.
Ellerim titriyordu. Sanki nefesimi orada bırakmıştım.
İKİNCİ RÜYA – KORKU
Bir trenin içindeydim.
Ray yoktu. Vagonlar suyun içinde, ağır ağır ilerliyordu.
Camlar buğuluydu. Dışarıda, hareketsiz bir deniz.
Zaman durmuş gibiydi. Ya da yalnızca içimde akıyordu.
Her vagonda aynalar vardı.
Ama yansımalar eğrilmişti.
Birinde çocuk. Birinde yaşlı bir adam. Birinde bana benzeyen bir kadın.
Hepsi bana bakıyordu. Ama hiçbiri ben değildi.
Beni izlemiyorlardı—beni biliyorlardı. Sanki her biri geçmişimden bir yankıydı.
Son vagonda, aynadaki figür bana gülümsedi.
Gülümsemesi ürkütücü değildi, ama sahteydi.
Sonra dudakları oynadı:
“Yazarsan seni bırakırım.”
Uyandığımda bedenim taş gibiydi.
Aynalardaki o yüzler… bendeki bir şeyi unutmaya çalışıyor gibiydiler.
Ve ben yazmadıkça, orada kalacaklardı.
ÜÇÜNCÜ RÜYA – HUZUR
Bembeyaz bir oda.
Ne duvar vardı, ne tavan. Her şey aydınlıkta erimişti.
Ortada bir masa ve bir sandalye. Oturuyordum. Kalem elimdeydi. Yazıyordum.
Ne yazdığımı bilmiyordum.
Ama yazıyordum.
Sessizlik bir anlatım biçimi gibiydi.
Karşımda bir çocuk vardı.
Gözleri yoktu ama bana bakıyordu.
Bakışında şekilsiz bir sevgi vardı—sanki hatırlanmak isteyen bir şey.
“Ne yazıyorsun?” diye sordu.
“Hatırlamak için,” dedim.
Gülümsedi. Sonra yavaşça kayboldu.
Yazdıklarım da onunla birlikte silindi.
Geriye boş bir sayfa kaldı.
Ama o sayfa… ağırdı.
Sanki yazılmamış cümlelerin yükünü taşıyordu.
Uyandığımda yanaklarım ıslaktı.
Ama bu kez… hafiflikten.
DÖRDÜNCÜ GÜN – YAZIYA ATILAN İLK ADIM
Sabah yeniden doğduğunda, yemek yine geldi.
Ama bu defa… o peçete.
Bembeyaz. Karanlığa inat doğmuş gibi.
Gözüm masadaki notlara kaydı.
Sararmış, karışık, uyarılarla dolu.
Sonra tekrar peçeteye baktım.
Notlara. Peçeteye. Tekrar.
Bir fikir...
Yazmalıyım.
Anlatmalıyım.
Ama kalem yoktu.
Masaya, sandalyenin altına, lavabonun kenarına baktım. Boş.
Asansör paneli çoktan kapanmıştı.
Her şey susuyordu.
Nefesim sıkıştı.
Parmaklarımı ovuşturdum.
Sonra tepsinin kenarındaki o sade, küçük bıçağı gördüm.
Masum görünüyordu.
Ama şimdi bir araç gibiydi.
Tereddüt etmeden aldım.
Parmağımın ucuna bastırdım.
Zarar vermeyecek kadar hafif, ama iz bırakacak kadar derin.
Bir damla kırmızı.
Ve beyaz peçete.
Titreyen parmaklarla yazdım:
“Lütfen bir kalem.
Anlatacak çok şeyim var.”
Her harf, içimde bir düğüm çözdü.
Cümle sanki bana değil, benden dışarıya aitti.
Hep oradaydı da, ben yalnızca aracıydım.
Peçeteyi katladım.
Tepsinin yanına koydum.
Yatağa döndüm.
Dizlerimi karnıma çektim.
Kollarımı sardım.
Başımı koluma gömdüm.
Ve içimden tek bir cümle geçti:
“Yazarsam… hayatta kalabilirim.”
Ama daha fazlası vardı:
Yazarsam, belki biri duyar.
Yazarsam, belki hatırlarım.
Yazı... burada atılmış ilk adımdı.
Ve belki, son olmayandı.
Beğen, Paylaş ve Yorum Yap
Diğer sosyal mecralarda da paylaşmayı sakın unutma :)
...
Bu Yazının Yorumları
Son Eklenenler
Son Yorumlar
Emre Bağce- 3 hafta önce
@Kadir58 Amin Abi, nur içinde yatsınlar. Canım Annem'e
Kadir TEPE- 3 hafta önce
Evet Hocam, her yerde ve her zaman özlenir anneler.... Canım Annem'e
Serdar Yıldırım- 3 hafta önce
Link açılmazsa arama motorlarına kopyala yapıştır y... Portekiz'in Başkenti Lizbon'da...