- Yazar: MUSTAFA KALFA
- Kategori: Deneme, Hikaye
- Bu yazı Okuryazar’a 10 saat önce eklendi ve şu anda 0 Yorum bulunmaktadır.
- Gösterim: 10

Pharos I (Bölüm V - Yazının Eşiğinde)
I. Kısım
4. Günün Akşamı
Işık, her zaman olduğu gibi tavanın içindeki çizgiden yanıp sönmeye başladı. Gündüzün sona erdiğini anlamak için saate gerek yoktu. Bu odada zaman, ışığın davranışıyla konuşurdu. Her akşam aynı yerde titreyerek başlardı geri çekilme; sanki düşünmekten vazgeçen bir zihin gibi kendini kabuğuna toplardı. Işık uzaklaştıkça, ben de kendimden uzaklaşıyordum. İçimdeki alan küçülüyor, sesim kısılıyor gibiydi. Şeffaflaşan bir varlık gibi, kendime dokunamadan dolaşıyordum o boşlukta.
Dördüncü günün akşamıydı. Ne fazla, ne eksik. Ama her şeyin aynı kalmasında bile bir değişim vardır. Bu akşamda eksik olan bir şey, tam da o tekrarın içindeydi. Bir beklentinin ağırlığı... Tam olarak neyi beklediğimi bilmiyordum ama bedenim hazır gibiydi. Ellerim gevşemiyor, nefesim yüzeyde takılı kalıyordu.
Asansörün sesi geldiğinde tüm bedenim ona yöneldi. Metal panelin ardından yükselen ince tıslama, sonra mekanik klik... Sesin kendisi değil, onun çağrıştırdığı anlam tüylerimi diken diken etti. İçimde bir şey titredi. Kalbim değildi. Daha derinde, daha eski bir yer sarsıldı.
Yaklaştım. Tepsiyi gördüm. Çorba—her zamanki gibi kokusuz, nötr. Birkaç dilim meyve. Kuru ekmek. Her biri, sanki hayatta kalmakla yaşam arasında kalan eşyalar gibiydi. Ama bu defa onları geçtim. Gözüm doğrudan tepsinin kenarına, beyaz peçetenin altına kaydı.
Oradaydı.
İnce bir çizgi gibi uzanan, plastikle metal arasında bir yerde duran küçük bir nesne. Parlayan ama parıltısını saklayan bir kalem. Ona uzandım. Dokunduğum an, içimde bir çatlak oluştu. Tanıdık bir yabancılık hissettim—sanki bu kalemi daha önce tutmuştum ama bunu hatırlamam yasaktı.
Kapsülü açarken parmaklarım hafifçe titredi. Kalem, elimde çok hafifti ama taşıdığı anlam fazlaydı. Yazı... elime verilmişti. Ama ne yazacaktım? Kime? Neden? Bu odada yazı nereye giderdi? Bir yere gitmese bile yazılmış olmak... belki yeterli olurdu. Belki olmazdı.
Masaya oturdum. Peçeteyi aldım. Dikkatle, sanki eski bir haritayı açar gibi katlarını çözdüm. Kalemi kaldırdım. Ucunu kağıda yaklaştırdım. Gölgem üzerine düştü. Nefesimi tuttum. Ama elim yazmadı. Kelime gelmedi. Ses yoktu. Düşünce yoktu. Sadece bir arzu vardı; biçimsiz, biçimsiz olduğu kadar da yakıcı. İçimde bir şey doğmak istiyordu ama ne yer bulabiliyordu, ne zaman.
Bekledim. Kalemin ucu kâğıda birkaç kez yaklaşıp geri çekildi. Tıpkı bir kararsızlık gibi. Yazı yazılmadıkça zaman genişledi. Saat mi geçti, yoksa saat hiç olmadı mı, bilmiyorum. Ama ışık sonunda tamamen çekildi. Tavan, karanlıkla değil, sessizlikle doldu.
Odadaki her şey sabit kaldı. Tepsi bile olduğu gibi duruyordu. Ne yemeğe dokunmuştum, ne de kağıda. Ama ben değişmiştim. Kalemi elimde sıkarak kalktım. Her zamanki gibi yatağa uzandım ama bu defa farklıydı: kalemi bırakmadım. Parmaklarımın arasında sımsıkıydı. Belki elimle onu tutmuyordum da, o beni tutuyordu. Ve gözlerim kapanmadan önce sadece bir cümle geçti içimden:
“Yazamazsam, en azından taşıyabilirim.”
Ve o hâlde, yani yazılamamış bir yükle... uykuya daldım.
II. Kısım:
Uykuya daldım sanmıştım. Ama bu bir düş değil, bir düşüştü. Zihnimin kıyısında başlayan bir çatlak gibi… önce ince, sonra derin. Işık yoktu—ne tavanın ritmik parıltısı ne de karanlığın karanlık oluşu. Her şey bir geçiş hâlindeydi. Arada. Askıda.
Kendimi bir koridorda buldum. Duvarlar kırmızıydı ama sıcak değildi. Rengin içi boş gibiydi. Zemin halıyla kaplıydı, yumuşak ama desensiz. Attığım her adım, halının içinden geçen bir tıkırtıya dönüşüyordu. Tık. Tık. Tık. Bu sesi ben çıkarıyordum ama sanki başkası duyuyordu. Bir tür yankı değil; bir çağrıydı.
Başımı kaldırdım. Tavan… tavan bir su yüzeyiydi. Dalgalar vardı ama su düşmüyordu. Üzerime eğilmiş bir okyanus gibi. Hareket eden ama akmayan. Mavilik yoktu, derinlik de. Sadece kımıldayan bir ağırlık. Beni izliyordu. Gözsüz ama bilinçli.
Koridor ilerliyordu. Portreler vardı duvarlarda. Her biri bir insan yüzüydü ama ağızları yoktu. Gözleri ise cam gibi. Beni izliyorlardı ama tanımıyordum onları. Belki de tanımalıydım. Camın arkasındaki gözler bir şey söylüyor gibiydi ama duyulmadıklarından çoktan unutulmuşlardı. İsimleri yoktu. Ya da isimleri vardı da, kazınmışlardı.
Yürümeye devam ettim. Zemin artık aynı sesi vermiyordu. Tık değil, tak. Sonra tekrar tık. Sanki bir yerden sonra ritim bozuldu. Adımlarımın sesi değiştiğinde içimde bir sızı başladı—sol şakağımın gerisinde bir zonklama. Sanki biri içime tırnağını bastırıyordu. Durdum. Geri çekilmek istedim ama ayaklarım yerle bağ kurmuştu. Sustum. Ama bu suskunluk bana ait değildi. Bir şey beni susturuyordu. Diline el konmuş bir varlık gibi, yalnızca nefes alabiliyordum.
Sonra... bir şekil belirdi. Uzakta. Bulanık. Ama gittikçe netleşen bir yapı. Yüksek. Yalnız. İlk önce bir fener sandım. Ama sonra fark ettim—ışık yaymıyordu. Çağırmıyordu da. Oradaydı sadece. Bir çıkış gibiydi. Ama buraya ait değildi. O yüzden ona doğru yürümeye başladım. Koşmak istedim ama zemin kayıyordu. Labirent kıvrılıyordu. Köşeler çoğalıyor, duvarlar eğiliyordu. Hiçbir yön sabit kalmıyordu.
Yukarı baktım. Tavan… şekil almaya başlamıştı. Okyanusun içinde iki halka belirdi. İç içe geçmiş. Dalgaların üstünde değil, içinde kazılı. Hareket etmeyen, sabit kalan tek şeydi o halkalar. Sonsuzluğu taklit eden bir işaret. İçim burkuldu. Tanıdım onu. Ama tanımamam gerekiyordu. Hatırlamıştım. Oysa burası unutmanın yeriydi.
Ve işte tam o anda, arkamdan bir çınlama geldi.
Tık.
Tık.
Tık.
Adım sesi gibi değildi. Bir nesne. Ya da bir bedenin taklidi. Döndüm. Gördüm.
Bir kalem.
Ama devasa. İnsan boyunda. Gövdesi ince dikişlerle yamalanmış. Derisi... insan derisiydi. Rengi soluk, çatlak yerlerden yazılar sızıyordu. Üzerinde kelimeler vardı ama okunmuyordu. Kelimeler yazı olmaktan çok yara gibiydi. Ve içinden bir uğultu geliyordu. Mezarlık sessizliğinde bir inilti gibi.
Koşmaya başladım. Zemin artık dümdüz değildi. Eğimli, bükülmüş, bazen kendi üstüne kıvrılmıştı. Duvarlar yer değiştirdi. Portreler göz kırpmaya başladı. Tavan hâlâ akmıyordu ama içinden ses geliyordu. Kalem peşimdeydi. Yere her çarptığında yankı büyüyordu. Ritmik. Ama bu ritmin sonunda hep... ölüm vardı. Kaçtım. Hızlandım. Ama o da hızlandı.
Ve sonunda bir köşeye sıkıştım. Fener yoktu artık. Koridorun sonuydu bu. Kalem önümde durdu. Gölgem kadar büyüktü. Ama daha eskiydi. Daha tanıdıktı. Konuştu.
“Yazı seni kurtarmaz. Ama yazmadığın her şey... seni bulur.”
Çığlık attım. Gerçek dünyada mıydım bilmiyorum ama elimdeki kalemi fırlattım. Bir şey kırıldı. Hem içimde hem dışımda. Ve o anda gözlerim açıldı.
Uyanmıştım. Nefesim düzensizdi. Ter içindeydim. Yatak aynı yerdeydi ama ben yer değiştirmiş gibiydim. Tavan… ışık vermiyordu. Ama duvar bana bakıyordu.
Yerde, kalem. Gerçek kalem. Ucu ezilmişti. Gövdesi çatlamış. Yazı yazılamaz hâle gelmişti.
Aldım. Elimde tuttum. Daha fazla kıramadım. Zaten kırılmıştı. Benim elimle değil—rüyamla. Oturdum. Bekledim. Hiçbir şey söylemedim. Zaten söyleyecek bir şey kalmamıştı.
Ve sonra, ışık geri geldi. Tavan çizgisine kadar. Rutin. Ama içimde bir şey artık aynı değildi.
Asansör indi. Tepsi geldi. Çorba. Ekmek. Meyve. Ve peçete.
Yemek yemedim. Kaleme bakmadım. Ama peçeteyi aldım. Ve titreyen, ama bu kez kararlı bir elle, onun üzerine iki halka çizdim. İç içe geçmiş. İz bırakır gibi değil—hatırlatır gibi.
Peçeteyi üstte bıraktım. Üstünü örtmedim. Hiçbir şey yazmadım.
Ama yazmış gibiydim.
Göndersinler. Görsünler. Hatırlasınlar.
Çünkü ben artık biliyorum:
Yazmasan da… hatırlamak, bazen yazmaktan daha gür bir sestir.
Beğen, Paylaş ve Yorum Yap
Diğer sosyal mecralarda da paylaşmayı sakın unutma :)
...
Bu Yazının Yorumları
Son Eklenenler
Son Yorumlar
MUSTAFA KALFA- 10 saat önce
Popüler klişelere gülerek bakan ama kimseyi gülerek... Çarpık Cümleler #1 – Hiç Okumad...
Ayşenur Uygun- 1 hafta önce
Farkındalıklarla dolu bir yazı, teşekkürler ! İyi İnsanlar Neden Acı Çeker?
Serena- 3 hafta önce
@neslihankaya Çok teşekkür ederim İnsanlık ince işçilik ister. İ....