- Yazar: Okuryazar Editöryal
- Kategori: Tarih, Toplum
- Etiketler: Sivas Kongresi, Amasya Genelgesi, Erzurum Kongresi, 19 Mayıs 1919
- Bu yazı Okuryazar’a 1 ay önce eklendi ve şu anda 0 Yorum bulunmaktadır.
- Gösterim: 1616

19 Mayıs: Bir Milletin Sinesinden Yükselen Ses
Bir milletin sesi bazen haykırışla değil, derin bir suskunluğun ardından gelen kararlı bir adımla duyulur. 19 Mayıs 1919, işte tam da böyle bir sessizliğin içinden doğan bir milat… Toprağı işgal altında, başkenti susturulmuş, ordusu dağıtılmış bir halkın, kendi küllerinden doğuşuna tanıklık ettiğimiz gündür 19 Mayıs.
Bu tarih yalnızca bir çıkışın değil, bir varoluş kararının ilanıdır. Samsun'a çıkan o mütevazı vapurun içinde yalnızca birkaç subay değil; yüz yıllık direnişin, umudun, inancın sönmemiş kıvılcımı da vardı. O kıvılcım, Anadolu'nun bağrında bir yangına dönüşecekti; adım adım örülen bir kurtuluşun, millet olmanın yeniden tarif edildiği büyük bir mücadelenin başlangıcıydı bu.
19 Mayıs, bir gün olmaktan çok daha fazlasıdır. O, tarih boyunca defalarca ayağa kalkmayı bilen bir halkın, modern zamanlarda yeniden “biz buradayız” deyişidir. Ne bir tesadüfün, ne de sadece bir stratejinin sonucudur. Bu tarih, sinesinde taşıdığı yürekle, akılla, inançla yoğrulmuş bir halkın kaderini eline aldığı andır.
19 Mayıs 1919'dan Önce
Bir imparatorluğun yorgun soluğu, bir milletin sabrının son sınırına dayandığı yüzyıllar…
Osmanlı İmparatorluğu, yüzyıllar boyunca üç kıtaya hükmeden, zamanın en büyük siyasal ve askeri güçlerinden biriydi. Ancak 17. yüzyıldan itibaren tarih sahnesinde dengeler değişmeye başladı. Önce duraklama, sonra gerileme dönemine girildi. Her yenilgi, sadece toprak değil; onur, umut, güven kaybı anlamına geliyordu. Devletin zayıflayan yapısı, askeri başarısızlıklar, iç isyanlar, ekonomik çöküş ve bürokratik çürüme giderek milletin omzuna ağır bir yük bindirdi.
19. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı artık “hasta adam” olarak anılıyordu. Balkanlar'da birer birer kaybedilen topraklar, Afrika'dan silinme, Kafkasya'daki otorite boşlukları ve nihayet 1912-13 Balkan Savaşları ile yüz binlerce insanın Anadolu'ya göç etmek zorunda kalması, hem fiziksel hem de ruhsal bir çöküntü yarattı.
Çanakkale: Son Direnişin Ateşi
1914'te patlak veren Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı için her ne kadar bir yeniden diriliş fırsatı olarak görülse de sonuç hüsrandı. Ancak bu savaşın bir cephesi vardı ki, milletin kaderini değiştirecek bir ruhun doğmasına neden oldu: Çanakkale.
Mustafa Kemal'in, "Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum" dediği an, sadece bir askeri zaferin değil, bir halkın ayağa kalkışının ifadesiydi. Çanakkale'de kazanılan zafer, Osmanlı'yı savaşın genel sonucundan kurtaramadı ama Türk milletine şunu gösterdi: Bu topraklar uğruna savaşılırsa kazanılabilir. Bu çok kıymetli bir farkındalıktı.
Mondros ve Sevr: Sözde Barış, Gerçekte Tasfiye Planı
1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi, Osmanlı için fiilen sonun ilanıydı. Anlaşma maddeleri, İtilaf Devletlerine istedikleri her yeri işgal etme hakkı tanıyor, orduyu dağıtıyor, denetimi tamamen ellerine veriyordu.
Ancak bu sadece başlangıçtı. 1920 yılında imzalanan Sevr Anlaşması, Osmanlı'nın tüm egemenliğini yok eden bir metindi. Anadolu, küçük küçük parçalara bölünüyor, Türk milletine ise Orta Anadolu'da adeta "nefes alacak bir alan" bırakılıyordu. İstanbul, uluslararası denetime bırakılıyor; İzmir Yunanlara, Güneydoğu Fransız ve Ermeni kontrolüne; Doğu Anadolu Ermeni devletine; Doğu Karadeniz Gürcistan'a; Antalya, Mersin hattı İtalyanlara bırakılıyordu.
Bu sadece bir işgal değil, bir milletin tarih sahnesinden silinme planıydı.
İstanbul Susturulurken Anadolu Konuşmaya Başladı
1918'den itibaren, İstanbul işgal altındaydı. Sultan Vahdettin, İngiliz denetiminde zorunlu bir sessizliği kabul etmişti. Ordu dağıtılmış, Meclis-i Mebusan kapatılmış, direniş fikri hainlikle eş tutulmuştu. Ancak Anadolu, henüz konuşmamıştı.
Ve o ses, sinesinden yükselecekti. Hem de kararlılıkla, inançla ve örgütlü bir bilinçle.
19 Mayıs 1919’dan Sonra
Samsun’da yakılan meşale, sadece bir kurtuluşun değil, bir yeniden varoluşun başlangıcıydı.
Mustafa Kemal Paşa’nın 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun'a çıkışı, görünürde İstanbul Hükûmeti adına bölgede güvenliği sağlamaya yönelik bir görevdi. Ama gerçekte bu, tarih sahnesine çıkmak için bilinçli bir tercihti. Çünkü artık mücadele saraylardan değil, Anadolu'nun bağrından yükselecekti.
Havza, Amasya: Sessizliği Bozan İlk Çağrı
Samsun'dan sonra ilk durak Havza oldu. Burada yayımlanan genelgede halkın mitingler düzenlemesi ve işgallere karşı tepki göstermesi istendi. Bu çağrı, halkın ilk defa kitlesel biçimde harekete geçmesini sağladı. Ardından gelen Amasya Genelgesi (22 Haziran 1919) ise artık durumu netleştirmişti:
"Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır."
Bu cümle, artık mücadelenin temel ilkesi olmuştu: Kurtuluş bir padişahın lütfuyla değil, halkın kendi iradesiyle gelecekti.
Erzurum ve Sivas: Bir Ulusun İnşası Başlıyor
Erzurum Kongresi (23 Temmuz - 7 Ağustos 1919) ve ardından gelen Sivas Kongresi (4 - 11 Eylül 1919), Türk milletinin temsilcileriyle bir araya gelip ortak kararlar aldığı, ulusal egemenliğin temellerinin atıldığı zirvelerdi.
• Vatan bir bütündür, parçalanamaz.
• Manda ve himaye kabul edilemez.
• Her türlü işgale karşı direnilecektir.
• Geçici bir hükümet kurulacaktır, ama bu halk iradesine dayanacaktır.
Bu kararlar, bir halkın kendi kaderini kendi elleriyle yazmaya karar verdiğini tüm dünyaya ilan ediyordu.
Ankara'da Açılan Kapı: Türkiye Büyük Millet Meclisi
Mustafa Kemal ve arkadaşları, 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açarak yeni bir devletin temelini attılar. Bu Meclis, halkın doğrudan temsilcilerinden oluşuyordu. Artık mücadele sadece silahla değil, hukukla, siyasetle ve meşruiyetle de verilecekti.
Meclis, hem savaş yönetimini hem diplomatik süreci hem de yeni bir devletin inşasını üstlendi. Kendi hükümetini kurdu, kendi yasalarını yaptı ve iradesini ilan etti.
Cephelerde Kurulan Gelecek: İnönü'den Dumlupınar'a
TBMM'nin açılmasından sonra Yunan ilerleyişine karşı düzenli ordu kuruldu.
• Birinci ve İkinci İnönü Savaşları, milletin yeniden savaşabilecek güce sahip olduğunu gösterdi.
• Sakarya Meydan Muharebesi (Ağustos 1921), Mustafa Kemal'e "Başkomutan" unvanını getirdi ve savaşın kaderini değiştirdi. "Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır" sözü, yeni savaş felsefesinin özeti oldu.
• Ve nihayet Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi (26-30 Ağustos 1922), düşmanın Anadolu'dan sökülüp atıldığı, milletin zaferini kesinleştiren son darbeydi.
Artık silahlar değil, diplomasi konuşacaktı.
Lozan’a Giden Yol: Tanınma ve Barış
Zaferin ardından Mudanya Ateşkesi ile savaş durduruldu. Ardından gelen Lozan Barış Antlaşması (24 Temmuz 1923) ile Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırları uluslararası alanda tanındı.
Lozan, Sevr'in bir mezar taşına dönüştüğü andı. Bu antlaşma ile:
• Tam bağımsızlık sağlandı,
• Kapitülasyonlar kaldırıldı,
• Osmanlı borçları adil biçimde bölüşüldü,
• Türkiye'nin egemenliği tescillendi.
13 Ekim 1923'te Ankara başkent oldu, Kars Antlaşması ile doğudaki sınırlar güvence altına alındı, Montrö Boğazlar Sözleşmesi (1936) ile Türkiye boğazlar üzerindeki kontrolünü yeniden kazandı. Her biri bir bağımsızlık adımıydı.
Bugün 19 Mayıs: Hatırlamak, Sahiplenmek, Yeniden Anlamlandırmak
Tarihi sadece hatırlamakla yetinirsek onu bir vitrine koyar, zamanla tozlanmasına izin veririz. Oysa tarih, hele ki 19 Mayıs gibi bir dönüm noktası, hatırlanmak için değil, yaşatılmak için vardır. Bugün 19 Mayıs, gençliğe ithaf edilmiş bir bayram olarak kutlanıyor olabilir; ancak bu tarih yalnızca gençlerin değil, bir halkın yeniden doğuş günüdür.
Samsun'da atılan o ilk adım, sadece bir komutanın iradesi değildi. Mustafa Kemal ve 19 Mayıs, çocuklarını cephelerde bırakmış annelerin, memleketini terk etmek zorunda kalmış göçmenlerin, işgal altındaki şehirlerde sabırla direnen insanların iç sesiydi. Köy köy, cephe cephe, kongre kongre dolaşan bir idealin taşıyıcısıydı.
Bu Mücadele Kimin Mücadelesi?
Atatürk'ün şahsında somutlaşan liderlik bu mücadelenin yolunu açtı. 19 Mayıs'tan Cumhuriyet'in ilanına kadar geçen o zorlu yıllar, Atatürk ile beraber, on binlerce isimsiz kahramanın hikâyesi oldu.
• Sakarya Nehri'nde şehit düşen bir neferin,
• Anadolu’nun ücra bir kasabasında kağnısıyla mermi taşıyan bir annenin,
• Sivas’ta telgraf başında sansürü delip halkı uyaran bir görevlinin,
• Ve daha adı bilinmeyen binlercesinin…
Bu mücadele Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde, başta kahraman askerlerimiz olmak üzere ırgatından öğretmenine, köylüsünden gencine kadar bir milletin topyekûn varoluş kavgası ve mücadelesi oldu.
Günümüzde Yaşanan Parti Çekişmeleri 19 Mayıs'ın Kıymetini de Zayıflatıyor
Ne yazık ki bugün 19 Mayıs ve diğer milli bayramlarımız, geçmişteki coşkusunu yitirmeye yüz tutmuş; yalnızca resmi takvimde yer tutan günlere indirgenmiştir. Oysa bu tarih, sadece geçmişte kazanılan zaferlerin hatırlandığı bir gün değil, bugün için nasıl bir millet olacağımızı yeniden düşündüğümüz bir fırsat olmalıdır.
Çünkü tarih, sadece geçmişte ne olduğunu anlatmaz — ne olabileceğimizi de hatırlatır. Ve 19 Mayıs, bu yönüyle bir çağrıdır:
• Akla,
• Sorgulamaya,
• Birlikte yürümeye,
• Geçmişin ve Atatürk'ün mirasını partizan veya ideolojik bakışlarla değil, milli, insani ve tarihsel bir sorumlulukla sahiplenmeye...
Yarın İçin 19 Mayıs
Bugünün gençliği, geçmişin kopyası olmak zorunda değildir. Ama geçmişin taşıdığı değeri bilmeden yarına güvenle bakamazlar. Gençliğe bırakılan bu bayram, sadece bir emanet değil; aynı zamanda bir sorumluluktur.
Mustafa Kemal Atatürk, bu günü gençliğe ithaf ederken onları bir kalabalık değil, bir bilinç, bir irade, bir değer olarak görüyordu. Gençlik, bir yaş değil, bir ruh halidir. Sorgulayan, sorumluluk alan, geçmişini anlamadan onu yücelten değil; anlayarak dönüştüren bir gençlik…
Son Söz Yerine: Atatürk'ün Mirasını Anlamak, Sahiplenmek, Geleceğe Taşımak
19 Mayıs, yalnızca bir takvim günü değildir. O gün yaşananlar, sadece tarihte kalmış olaylar da değildir. Onlar bir çağrıdır — içimizdeki suskunluklara, yılgınlıklara, kayıtsızlıklara karşı. Bu çağrıya kulak vermek, o ruhu bugünün diliyle yaşatmak hepimizin sorumluluğudur.
Atatürk'ü kendi kişisel ve siyasi konumumuza göre tartışmak, çarpıtmak veya kullanmak yerine, onu büyük bir lider olarak anmak, anlamak; partizanlık yapmadan Atatürk'ün şahsında milli mücadeleyi tüm millete ait kılmak; 19 Mayıs'ı sadece bir tatil günü değil, bir bilinç günü olarak yaşamak… İşte bugün asıl ihtiyaç duyduğumuz şey budur.
Bir milletin sinesinden yükselen o sesi duymak, hissetmek, yaşatmak dileğiyle…
Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi de ilginizi çekebilir Göz atmak için tıklayın
Tarih kategorisindeki diğer yazılar da ilginizi çekebilir
Göz atmak için tıklayın
Bu sayfayı beğendiyseniz, lütfen yorum yapmayı ve çevrenizle paylaşmayı unutmayın.
Beğen ve Yorum Yap
Bu Yazının Yorumları
Şu yazılar da ilginizi çekebilir
Neslihan- 1 ay önce
Esma Doğan- 1 ay önce
Neslihan- 1 ay önce