Okuryazar / Dergi / Deyimler Sözlüğü: E Harfi ile Başlayan Deyimler ve Anlamları yazısını görüntülemektesiniz.
2 kişi bu yazıyı beğendi
Beğen
Deyimler Sözlüğü: E Harfi ile Başlayan Deyimler ve Anlamları

Deyimler Sözlüğü: E Harfi ile Başlayan Deyimler ve Anlamları

E harfiyle başlayan deyimler, Türkçemizin anlatım gücünü artıran, duyguları ve düşünceleri etkili biçimde ifade etmeye yarayan kalıplaşmış söz öbeklerinden oluşur. Bu sayfada, "Ecel teri dökmek" gibi mecazlı deyimlerden, günlük konuşmalarda sıkça karşılaşılan kısa deyimlere kadar E harfiyle başlayan en çok bilinen deyim örneklerini ve anlamlarını bir araya getirdik.

Türk dili derslerinde, edebi metinlerde veya günlük diyaloglarda sıkça karşımıza çıkan bu deyimler, hem çocuklar hem de yetişkinler için dilin zenginliğini keşfetme fırsatı sunar. Özellikle deyim nedir, deyimlerin özellikleri nelerdir gibi soruların yanıtlarını arayan kullanıcılar için bu sayfa, alfabetik ve sade bir kaynak niteliği taşır.

Arama motorlarında sıkça aratılan "E ile başlayan deyimler ve anlamları", "en bilinen kısa deyimler", "ilkokul için 5 tane deyim örneği" gibi sorgulara cevap niteliği taşıyan bu liste, aynı zamanda eğitim amaçlı sunumlar, sınav hazırlıkları ve genel kültür açısından da oldukça yararlıdır.

Sayfanın devamında, E harfiyle başlayan deyimlerin anlamlarını, örnek cümlelerle birlikte detaylı olarak inceleyebilirsiniz.


Ebedî uykuya dalmak:

Ölmek.

Örnek: "Bu mezarda iki harp ve aile kahramanı ebedî uykusuna dalmıştı."

Ebediyete intikal etmek:

Ölmek.

Ecel aman verirse: 

Ölmezsem, ömür yeterse.

Örnek: "Ecel aman verirse torunumu da görürüm."

Ecel teri dökmek: 

Çok korkmak, heyecan içinde bulunup terlemek, korku ve bunalım içinde olmak.

Örnek: "Köprüden geçerken ecel terleri döktüler."

Eceli gelmek: 

Ölmek, sonu gelmek, yok oluş vakti gelmek.

Örnek: "Herkesin eceli gelecek ve bu dünyadan göçecek."

Eceline susamak: 

Ölümüne yol açacak kadar tehlikeli işlere girişmek.

Örnek: "Bırak o silâhı elinden, eceline mi susadın sen?"

Eceliyle ölmek:

Olağan sayılan herhangi bir biçimde ölmek.

Eciş bücüş: 

Çarpuk çurpuk, eğri büğrü, düzgün yanı olmayan, çirkin bir biçim almış bulunan.

Örnek: "Eciş bücüş bir yazıyla karşılaşınca şaşırdı."

Edebini takınmak:

Edepli davranmaya başlamak.

Edebiyat yapmak: 

Bir işe yaramayan, konuyu açıklamaya yetmeyen, gerçeği yansıtmayan süslü, parlak ve gereksiz sözler söylemek.

Örnek: "Edebiyat yapmaya amma da meraklı bir insanmış."

Edep etmek:

Utanmak, sıkılmak.

Edep yahu:

kötü davranışlarda bulunanlara 'utan, edebini takın' anlamında kullanılan bir söz.

Edeptir söylemesi:

"Affedersiniz, söylemesi ayıptır ama" anlamında kullanılan bir söz.

Örnek: "Edeptir söylemesi, donuna kaçırmış."

Efendi gibi yaşamak:

Sıkıntısız, varlık içinde yaşamak.

Efendiden bir adam:

Terbiyeli, kibar ve ağırbaşlı kimse.

Efendime söyleyeyim:

1. Söz söylerken gerekli kelimeyi bulamayan bir kimsenin kullandığı bir söz.

Örnek: "Efendime söyleyeyim, sütlü bir mısır kebabı derken bir sivrisinek bulutudur havalanmış çeltik batağından."

2. Örnek olarak, mesela.

Efkâr basmak:

Tasalanmak, kaygılanmak.

Örnek: "Efkâr basınca, haftaları ay, ayları yıl diye hesap eder mahkûm."

Efkâr dağıtmak: 

Sıkıntıyı gidermek, üzüntüyü yok etmeye çalışmak.

Örnek: "Sahile efkâr dağıtmak için inmiş olmalı."

Efkârı dağılmak:

Sıkıntı ve üzüntüden kurtulmak, rahatlamak, huzur bulmak.

Örnek: "Ona ne zaman rastlarsanız, konuşsanız içiniz açılır, efkârınız dağılır."

Eflake ser çekmek:

Çok yüksek olmak.

Efradını cami, ağyarını mâni:

"Ne eksik ne fazla, eksiği artığı olmayan" anlamında kullanılan bir söz.

Eğilip bükülmek:

Bir kimsenin karşısında sıkıntı, utanç vb. duygularını açığa vuracak hareketlerde bulunmak.

Eğitim almak:

Belli bir bilim dalı veya sanat kolunda yetişmek.

Eğitim vermek:

Belli bir bilim dalı veya sanat kolunda yetiştirmek.

Eğreti almak:

Ödünç almak.

Eğreti oturmak:

Bir yerde çok kısa süre kalacakmış gibi oturmak.

Eğreti vermek:

Ödünç vermek.

Eğretiye almak:

Bir yapının alt bölümünü onarmak için üstünü destekler üzerinde durdurmak.

Eğri (gözle) bakmak: 

Kötü düşünce besleyerek bakmak.

Örnek: "O, hiç kimseye eğri gözle bakmazdı."

Eğri gemi doğru sefer:

"Kullanılan araç yetersiz ancak yapılan iş isteğe uygun" anlamında kullanılan bir söz.

Eğrisi doğrusuna gelmek:

Olmayacak gibi görünen bir iş, bir girişim, rastlantı sonucu olumlu bitmek.

Ejder gibi:

İri yapılı ve korkunç görünüşlü.

Ejderha gibi:

Ejder gibi.

Ek bent olmak:

şaşırıp ne diyeceğini bilememek.

Ekini belli etmemek:

Eksik, bozuk, yanlış, kusurlu bir işi sağlam, doğru ve doğal imiş gibi gösterme becerisini kanıtlamak.

Örnek: "Ben doğrusu beğeniyorum, dedi, kadın yağ satıyor, yumurta satıyor, ekini belli etmiyor ya!"

Ekip biçmek:

Tarım yapmak.

Ekmediği yerden biter:

Umulmayan ve istenilmeyen yerde karşılaşılan kimseler için kullanılan bir söz.

Ekmeğinden etmek: 

İşinden çıkarmak veya atmak.

Örnek: "Adamı durup dururken ekmeğinden ettiler."

Ekmeğinden olmak:

Geçimini sağlayan işinden zorunlu olarak ayrılmak.

Örnek: "Bu anormal gidiş bir yerden patlak verirse ahir ömründe ekmeğinden de olabilirdi."

Ekmeğine göz koymak (dikmek):

Birinin geçimini sağlayan işi elinden almaya çalışmak.

Ekmeğine yağ sürmek: 

Birinin yararına göre eylemde bulunmak, istemese de birinin işine yarayacak biçimde hareket etmek.

Örnek: "O işi bana vermemekle yabancıların ekmeğine yağ sürdün sen."

Ekmeğini çıkarmak:

Çalıştığı işten geçimini karşılayacak kadar kazanç sağlamak.

Örnek: "Şu dünyada her birimiz alnımızın teriyle ekmeğimizi çıkarmak zorundayız."

Ekmeğini kana doğramak:

Büyük bir sıkıntı ve üzüntüye katlanmak.

Ekmeğini kazanmak: 

Geçimini temin edecek, ihtiyaçlarını karşılayacak parayı kazanmak.

Örnek: "Kaygılanma, ekmeğini kazanmasını bilir o."

Ekmeğini taştan çıkarmak: 

En zor işleri bile yapıp geçimini sağlayacak beceriklikte olmak, her türlü işi yapmak.

Örnek: "Ekmeğini taştan çıkaran insanların arasına katılmakta gecikmedi."

Ekmeğini yemek:

1. Birisinin işinde çalışarak kendi geçimini sağlamak.

Örnek: "Bedavadan ekmeğini yediği gazeteyi tekmeledikten sonra, aynı gazete geriye döneni tekrar bağrına nasıl basar?"

2. Geçim yönünden birisinin yardımından yararlanmak.

Örnek: "Oğlunun ekmeğini yiyemeden öldü."

Ekmek elden su gölden: 

Kendisi kazanmayıp başkalarının kazancı ile geçinen kimselerin durumunu anlatmak için kullanılır.

Örnek: "Son yıllarda pek çalışmamış, ekmek elden su gölden bir hayat sürmüştü."

Ekmek kapısı: 

Çalışıp para kazanılan, geçim sağlayan iş yeri.

Örnek: "O dükkân benim ekmek kapım, asla satmam, satamam onu!"

Ekmek parası: 

Kazanç, geçinmek için kazanılan para.

Örnek: "Ekmek parası kolay kolay kazanılmıyor."

Ekonomi yapmak:

Tutumlu davranmak.

Eksik doğmak:

Vaktinden önce veya organları gelişmeden doğmak.

Eksik etmemek:

Her zaman bulundurmak.

Örnek: "Sağ gözünden, güneş vurdukça sağa sola yansıyan tek gözlüğünü eksik etmezdi."

Eksik gedik: 

Ufak tefek ihtiyaçlar.

Örnek: "İkramiye ile eksiği gediği kapadılar."

Eksik gedik kapamak:

Ufak tefek gereksinimleri karşılamak.

Eksik gelmek:

Yetişmemek, yetmemek.

Eksik olma!

"var ol, sağ ol!" anlamında kullanılan bir söz.

Eksik olmamak:

Her vakit ve her fırsatta bulunmak.

Örnek: "Bir ufak sac mangal, kış yaz önünden eksik olmaz."

Örnek: "Yalnız bizim Babıali yazı piyasasında sipahi bölüğü imamının bulduğu çareye başvurup bir gaza kahramanı kesilenler eksik değil."

Eksiltmeye çıkarmak:

Bir işi, istekliler arasında en ucuz fiyat verene bırakmak için ihaleye çıkarmak.

Ekşi yüz: 

Somurtkan, asık yüz.

Örnek: "Onun ekşi yüz göstermeye hakkı yoktu."

El açmak: 

1. Dilenmek. 2. Başkasının yardımını almak için yalvarmak.

Örnek: "İhtiyarlayıp da el açacağı hiç aklına gelmemişti."

El almak:

1. Tarikatlarda bir mürit, mürşidinden, başkalarına yol gösterme iznini almak 2. Bir sanatı yapmak için ustanın iznini almak 3. Kâğıt oyunlarında karşı tarafın oynadığı kâğıdın daha önemlisini oynayarak üstünlük sağlamak.

El altından: 

Kimsenin haberi olmadan, gizlice.

Örnek: "Parayı el altından verdi."

El arı düşman gayreti:

"Dosta düşmana karşı küçük düşmemek için çaba gösterme" anlamında kullanılan bir söz.

El atmak: 

1. Birisinin işine karışmak, müdahale etmek

Örnek: Örnek: "Üstüne vazife olmayan işe el atma sakın!.."

2. Bir işe girişmek, teşebbüs etmek.

Örnek: "Elbette birçok önemli konulara el attı ama ulusumuzun temel sorunlarından bazıları yüzüstü duruyor."

3. Sarkıntılık etmek.

Örnek: "Üvey babasının teklifleri, tenhalarda şurasına burasına el atması."

4. Yardım etmek, ilgilenmek.

Örnek: "Şükür, vaktinde el attılar da, harmanı yağmur gelmeden kaldırdık."

El ayak çekilmek: 

Ortalıkta kimse kalmamak, ıssızlaşıp sessizleşmek.

Örnek: "Bu iş ancak el ayak çekildikten sonra yapılır."

(El, ayak, parmak) çivi gibi olmak:

Çok üşümek, donmak.

El bağlamak:

1. Saygı için ellerini göbeğinin üstüne kavuşturup durmak 2. Namaza durmak.

Örnek: "Durup el bağlayalar yâran saf saf."

El basmak: 

Yemin etmek, kutsal bir şey üzerine el koyarak ant içmek.

Örnek: "Kur'ân'a el basarım ki bu işi ben yapmadım."

El bebek gül bebek:

Nazlı, şımarık bir biçimde.

Örnek: "Varlıklı, görgülü bir ailenin el bebek gül bebek yetiştirilmiş çocuğusunuz."

El bende!

"Tekrarlanan oyunda başlama sırası veya hakkı bende" anlamında kullanılan bir söz.

El birliği etmek:

Birlikte davranmak, dayanışmak.

El çabukluğu: 

1. Bir işi çok çabuk yapabilme ustalığı. 2. Hilesini kimseye sezdirmeyecek biçimde yapabilme.

Örnek: "Adamın cebinden el çabukluğu ile cüzdanı çekiverdi."

El çekmek:

Vazgeçmek.

El çektirmek:

Görevinden uzaklaştırmak.

Örnek: "Sorumluları tespit edildi, işten el çektirildi."

El çırpmak:

1. Alkışlamak, tempo tutmak.

Örnek: "Bir köylü oturduğu yerde cura çalıyor, birkaç delikanlı etrafında el çırparak ayak vurarak türkü söylüyorlardı."

2. Birini çağırmak için ellerini birbirine vurmak.

El dokunulmamak:

Daha önce kullanılmamak, el değmemiş olmak.

Örnek: "El dokunulmamışından canı yandığından artık az kullanılmışına fit oldu."

El el üstünde oturmak:

Herhangi bir iş yapmadan boş oturmak.

Örnek: "Herhâlde konağın kuytu bir köşesinde, gene el el üstünde oturuyor olmalıydı."

El elde baş başta: 

1. Masrafla para birbirine denk geldi. 2. Yapılan işin sonunda ne kâr ne de zarar edildi.

Örnek: "Alışverişten el elde baş başta döndü."

El ele vermek: 

Güçleri birleştirip işbirliği yapmak, yardımlaşmak.

Örnek: "Bu yolu ancak el ele verirsek yapabiliriz."

El emeği: 

1. Elle yapılan işe harcanan emek. 2. Elle yapılan çalışmanın karşılığı.

Örnek: "El emeğinin karşılığı değildir bu para."

El emeği göz nuru:

Yapımı uzun zaman alan ve çok emek isteyen iş, el işi göz nuru.

El ense çekmek (etmek):

1. Güreşte, kolunu hasmın boynuna getirip başparmağı gırtlağa, dört parmağı da enseye geçirerek hasmı yıkmak amacıyla çekmek 2. Yenmek, mağlup etmek.

El etek öpmek:

1. bir işi yaptırmak için çok yalvarmak 2. Yaltaklanmak.

El etek tutmak:

Tarikata girmek, derviş olmak.

El etmek:

1. Bir kimseyi el işaretiyle çağırmak.Örnek: "Hemen ablasına bulunduğu yerden el etti." 2. Uzaktan el sallamak

El işi göz nuru:

El emeği göz nuru.

El iyisi olmak:

Yakın çevresine değil, yabancılara yardımcı olmayı sevmek.

El kadar: 

Küçük, küçücük.

Örnek: "El kadar çocuk işime karışamaz benim."

El kaldırmak: 

1. Kendisinden büyüğe vurmak için elini kaldırmak. 2. Bir şey söylemek istediğini, oy verdiğini elini kaldırarak belirtmek.

Örnek: "Sen ne cüretle babana el kaldırırsın!"

El kapısı: 

1. Bir kızın gelin gittiği ev. 2. Yabancıların memleketi, evi, yurdu.

Örnek: "Yıllarca el kapılarında çalıştım durdum."

El kapısına düşmek:

Yabancıya muhtaç olmak.

Örnek: "Başından nasıl bir sergüzeşt geçmişti de böyle el kapılarına düşmüştü?"

El katmak:

1. Bir işe karışmak, müdahale etmek 2. Bir işin yapılmasına yardım etmek.

El kazanıyla aş kaynatmak:

Başkasının hazırladığı imkânları kendi hesabına kullanarak iş çevirmek.

El koymak: 

1. Bir meselenin yetkili organlarca incelenmeye başlaması. Bir yolsuzluğu ortaya çıkarmak, incelemek, vaziyet etmek.

2. Üstüne konmak.

Örnek: "Herkesin olan bir olanağa el koyup onu kendi çıkarına kullananı neden seveyim?"

3. Zorla almak.

Örnek: "Bizi işimizde gücümüzde serbest bırakmak şöyle dursun, çoluk çocuğumuzun nafakasına el koymaya kalkıştılar."

4. İşi üzerine almak, sorumluluğu üstlenmek.

Örnek: "Annem hemen işe el koydu."

5. Yetkili organ bir malı veya bir kuruluşu kendi yönetimine almak. Buyruğu altına almak, hükümetçe uygun görülen mal, arazi ve kuruluşa hâkim olmak.

Örnek: "Hükümetin el koyduğu arazi burdan başlıyor."

El oğlu: 

1. Yabancı. 2. Damat.

Örnek: "El oğluna güvenme sakın!"

El ovuşturmak:

1. Birinin karşısında ezilip büzülmek 2. Birinin kötü duruma düşmesine içten içe sevinmek.

El pençe divan:

1. Saygı gösterilen kimse karşısında el kavuşturmuş bir biçimde.

Örnek: "Doğruldu, el pençe divan durdu, başını önüne eğdi."

2). Aşırı saygı göstererek.

Örnek: "Dayımı el pençe divan karşılar, ne yiyip ne içeceğini sormazdı, çünkü bilirdi."

El sıkışmak:

Pazarlıkta anlaşmak.

El sıkmak:

Selamlaşmak için birinin elini tutmak.

El sürmemek: 

1. Dokunmamak, hiç değmemek. 2. Yapımına başlamamak.

Örnek: "İşe el sürmeye vakit bulamadım daha."

El tazelemek:

Bir işte yorulan kimse yerine başka birini getirmek.

El tutmak:

Bir iş uzun süre uğraştırmak, vakit kaybettirmek.

El uzatmak: 

1. Birine yardım etmek. 2. Dokunmaya, almaya çalışmak.

Örnek: "O bizim bir yakınımız, ona elimizi uzatmalıyız hemen."

El üstünde tutulmak: 

Çok değer verilip sevilmek, kendisine büyük ölçüde saygı gösterilmek.

Örnek: "Dedem ailemizde el üstünde tutulurdu."

El vermek:

1. Yardım etmek 2. Tarikatlarda mürşit, bir müride, başkalarına yol gösterme izni vermek 3. Halk hekimliği ile uğraşan kimse bilgilerini bir başkasına öğretmek 4. Kâğıt oyunlarında elde olan veya olmayan sebeplerle oyun üstünlüğünü karşı tarafa bırakmak.

El vurmamak:

Bir işi yapmaya yanaşmamak ve başlamamak.

El yordamıyla: 

Tahminlerine, sezgilerine dayanıp elle yoklayarak.

Örnek: "El yordamıyla kibrit kutusunu buldum."

Elaman çekmek:

Bezginlik gösterip yakınmak.

Elaman demek:

Çok bezmek.

Elde avuçta bir şey kalmamak: 

Parasını, malını, tüm varlığını harcayıp bitirmiş olmak.

Örnek: "Elde avuçta bir şey kalmayınca ne yapacağını şaşırdı."

Elde avuçta (ne varsa):

Sahip olunan mal, para vb., her şey.

Örnek: "Ailesi de elde avuçta ne var ne yok satarak İstanbul'a göçmek zorunda kalmıştı."

Elde (elinde) olmamak:

İradesi dışında gerçekleşmek.

Örnek: "Elinde olmadan başını kaldırdı ve göz göze gelince de konuşmak zorunda kaldı."

Elde etmek: 

1. Bir şeye sahip olmak. 2. Bir kimseyi kendi yanına çekmek.

Örnek: "Onun gibi dürüstleri elde edemezsin, boşuna uğraşma."

Elde kalmak: 

1. Bir malın satılmayıp geride kalan kısmı. 2. Harcanandan arta kalmış olmak.

Örnek: "Şu kasadaki üzümler elde kaldı."

Elde tutmak:

Sahibi olsun olmasın, bir malı mülkiyeti altında bulundurmak, zilyet olmak.

Elden ağza yaşamak:

Günlük kazancı ancak gereksinimlerini karşılayacak kadar olmak.

Elden almak:

1. Bir malı pazara çıkarılmadan sahibinden doğrudan satın almak 2. Herhangi bir şeyi biriyle yüz yüze görüşerek almak.

Elden ayaktan düşmek (veya kesilmek): 

Yaşlılık, hastalık sebebiyle iş yapamaz, yürüyemez, kendi işini göremez duruma gelmek.

Örnek: "Allah kimseyi elden ayaktan düşürmesin."

Elden bırakmamak (düşürmemek):

Bir şeyle sürekli ilgilenmek, elden düşürmemek.

Elden çıkarmak:

1. Bir şeyin sahipliğini başkasına geçirmek, satmak.

Örnek: "Eskilerden bir kısmını yok pahasına elden çıkarmak gerekecek."

2. Yitirmek.

Örnek: "Sanki o, kaçırdığım, elden çıkardığım bir fırsattı."

Elden çıkmak: 

Malı olmaktan çıkmak.

Örnek: "O arsa elden çıktığı için üzüldüm."

Elden düşme: 

Az kullanılmış.

Örnek: "Elden düşme bir araba aldı."

Elden ele dolaşmak: 

Pek çok kişi tarafından kullanılmak, bir çok sahip eline geçmek.

Örnek: "Elden ele dolaşan atı nihayet geri almayı başardı."

Elden ele geçmek:

Çok sahip değiştirmek.

Örnek: "Elden ele geçen ve fiyatı giderek artan bu silahlar eski ve güçsüzdür ama çetecilik için yeterlidir."

Elden geçirmek: 

Eksiklikleri düzeltmek, onarmak; denetlemek için pek çok şeyi ele alıp yoklamak, gözden geçirmek.

Örnek: "Yaptığın işi bir daha elden geçir."

Elden gel!

Argo bir deyim. 1. Ver! Elden gel bakalım iki papeli. 2. Kutlamak amacıyla söylenen bir söz.

Elden geldiği kadar:

Yapılabildiği, olabildiği kadar.

Örnek: "Müsteşardan kapıcıya kadar bütün nezaret mensupları elden geldiği kadar gayret ettiler."

Elden gelmemek:

Yapamamak, dayanamamak.

Örnek: "Bu üzücü durum karşısında ağlamamak elden gelmiyor."

Elden gitmek: 

Bir şeyi yitirmek, ondan yoksun kalmak.

Örnek: "Bütün mal mülk bir hiç uğruna elden gitti."

Elden kaçırmak:

Elde edilebilecek bir şeyden türlü sebeplerle yararlanamamak.

Örnek: "Cin yahut periler bu evi elden kaçırmamak için ne kadar hırçınlık etseler yeridir."

Elden kaçmak:

1. Sahip olamamak 2. Değerlendirememek.

Örnek: "Kibar kıyafetli bir hanım, elden kaçmış eski fırsatların hırsı gözlerinde parlayarak dedikodu yapmaya başladı."

Elden ne gelir?

Çaresiz bir durumda yapılacak bir şey olmadığını anlatan bir söz.

Örnek: "Elden ne gelir, merdivenden düşüp ayak kırılırsa."

Ele alınır:

Oldukça iyi, işe yarar.

Ele alınmaz:

Çok kötü, berbat.

Ele almak: 

1. Bir şey üzerinde çalışmaya başlamış olmak. 2. İncelemek, araştırmak veya tenkit etmek.

Örnek: "Konuyu yeni baştan bir daha ele alalım."

Ele avuca sığmamak: 

1. Şımarık davranmak. 2. Söz dinlememek, kural tanımamak, zapt edilememek.

Örnek: "Sen ne ele avuca sığmaz bir çocukmuşsun meğer."

Ele bakmak:

1. Avuç içindeki çizgilere bakıp kişinin geleceğini okumak, el falına bakmak. 2. Muhtaç olmak.

Ele geçirmek:

1. Yakalamak.

Örnek: "Hele onu bir elime geçireyim, görürsün, burnundan getireceğim."

2. Sahibi olmak.

Örnek: "İstanbul'u ele geçirmek için bu muharebeye girdiklerini ilan etmekten başka bir şey yapamadılar."

Örnek: "Şu toprak parçasını da ele geçirdik mi işimiz tamam demektir."

Ele geçmek:

1. Yakalanmak.

Örnek: "Nihayet bir defasında tam iki ay izini kaybetmiş, bir türlü ele geçmemişti."

2. Edinilmek.

Ele gelmek:

1. Tutulabilmek 2. Bebek kucağa alınacak kadar büyümüş olmak.

Ele vermek: 

Bulunduğu yeri haber vererek suçluyu yakalatmak.

Örnek: "Katili ele vermeyi kafasına koyarak sokağa çıktı."

Elekten geçirmek: 

1. Elemek 2. Titizlikle seçmek, ayıklamak 3. Araştırma sonunda doğruyu yanlışı, iyiyi kötüyü ayırmak.

Örnek: "Şu dosyayı bir daha elekten geçirin."

Elektriği kesmek:

Elektrik enerjisinin akışına engel olmak.

Elektriği yakmak:

Bir yeri aydınlatmak için elektrik enerjisini açıp kullanmak.

Örnek: "Ondan hemen ayrılıp elektriği yaktı."

Elektrik almak:

Etkilenmek, etkisi altında kalmak.

Elektrik vermek:

1. Bir yeri elektrikle donatmak 2. İşkence amacıyla birinin çıplak bedenine doğru akım vermek 3. Elektrik enerjisini kullandırmak 4. Etkilemek, etkisi altında bırakmak.

Eli açık: 

Cömert, çok para harcayan, sakınmadan para verebilen.

Örnek: "Eli açık olan insanları severim."

Eli ağır: 

1. Oldukça yavaş iş yapan. 2. Vurunca çok acıtan.

Örnek: "Eli o kadar ağırmış ki enseme gülle düştü sandım."

Eli alışmak:

1. Bir işte uzluk, ustalık kazanmak 2. Herhangi bir davranışı âdet edinmek.

Eli altında olmak: 

1. İstediği anda ele alıp kullanabileceği bir yerde bulunmak. 2. Buyruğunda olmak.

Örnek: "İyi bir usta, araç ve gereçlerinin elinin altında olmasını ister."

Eli armut devşirmek (toplamak):

Birisi bir iş yaparken öbürü boş durmak.

Örnek: "Bu insanlar bu güzel şehirleri kurarken bizim ellerimiz armut mu devşiriyordu?"

Eli ayağı buz kesilmek: 

1. Korku, heyecan ve üzüntüden ne yapacağını bilemez duruma gelmek, donup kalmak. 2. Çok üşümek.

Örnek: "Haydi elimiz ayağımız buz kesmeden girelim içeri."

Eli ayağı (ayağına) dolaşmak: 

Şaşırmak, telaşlanmak.

Eli ayağı titremek:

Korku, sinir vb. sebeplerle heyecanlanmak.

Eli ayağı tutmak: 

İş yapabilecek güçte olmak, bedenî gücü var olmak.

Örnek: "Çok şükür şimdilik elimiz ayağımız tutuyor."

Eli ayağı tutmamak:

Güçsüz, dermansız kalmak.

Örnek: "Yaşlandıkça, eli ayağı tutmaz olmuştu."

Eli aza varmamak:

Bir şeyi çok alma veya verme alışkanlığında olmak.

Eli bayraklı: 

Kavgacı, şirret, edepsiz.

Örnek: "Onun eli bayraklı bir kadın olduğunu daha yeni anladınız."

Eli bol: 

Cömert, esirgemeyen, çok para ve eşyası olan.

Örnek: "Duyduğumuza göre Hasan Çavuş eli bol bir insanmış."

Eli boş çıkmak:

Umduğunu alamamak, başarısızlığa uğramak.

Örnek: "Sağa döndü, sola baktı, seksen sergüzeşte atıldı, eli boş çıktı, parasız, kıyafetsiz ve mevkisiz..."

Eli boş dönmek: 

Umduğunu alamadan geri dönmek.

Örnek: "Eli boş döneceği hiç aklıma gelmezdi."

Eli boş gelmek:

1. Armağansız gelmek 2. Umulan şeyi getirmeden gelmek.

Örnek: "Geç vakit açık bir dükkan bulamadım. Kusura bakmayın, elim boş geldim."

Eli böğründe kalmak: 

Çaresiz kalmak, bir şey yapamaz duruma gelmek, başarısızlığa uğramak.

Örnek: "Tek hayvanın öldüğünü görünce eli böğründe kaldı."

Eli cebine (cüzdanına veya kesesine) gitmemek (varmamak): 

Çok cimri olmak, para harcamaya kıyamamak.

Örnek: "Ondan da yardım istediler, ancak eli cebine bir türlü gitmedi, arkasını dönüp uzaklaştı."

Eli çabuk: 

Süratli iş gören.

Örnek: "Eli çabuk adamlara ihtiyacımız var."

Eli darda: 

Geçimi için para sıkıntısı çeken.

Örnek: "Eli darda insanlara yardım etmek insanlık borcudur."

Eli değmek:

Bir şey yapmaya vakit ve fırsat bulmak.

Örnek: "Elim değmişken bir açıklamada bulunayım."

Eli değmemek: 

Bir işi yapmaya zaman bulamamak.

Örnek: "Odanı temizlemeye elim değmiyor."

Eli dursa ayağı durmaz:

Kıpırdak, hareketli (kimse).

Eli ekmek tutmak:

Geçimini kendi emeğiyle sağlayacak duruma gelmek.

Örnek: "İşi var, eli ekmek tutuyor. İyi çocuktur."

Eli eline değmemek:

1. Herhangi bir yakınlaşma olmamak 2. Birisiyle cinsel ilişkiye girmemiş olmak.

Eli ermek:

1. Yapabilmek, ulaşabilmek.

Örnek: "Zaman zaman, şiirin ne olduğunu elimin erdiği, gücümün yettiği kadar anlatmaya çalıştım."

2. Bir işi yapmak için zaman bulabilmek.

Eli ermez gücü yetmez:

Çaresiz, zavallı.

Eli genişlemek:

Bolca paraya kavuşmak.

Eli gitmek:

Bir şeyi kavramak, tutmak istemek.

Eli hafif: 

İncitmeden, can yakmadan iş gören.

Örnek: "İğneyi Hatice hemşireye vurdurun eli hafiftir onun."

Eli harama uzanmak:

Dinî bakımdan yasaklanmış bir işe yönelmek.

Örnek: "Eli ne vakit harama uzandı?"

Eli işe yatmak:

Becerikli, eli yatkın, uz olmak.

Eli kalem tutmak: 

1. Yazı yazmayı bilmek. 2. Düşüncelerini derli toplu güzel bir ifade ile yazabilmek.

Eli para görmek:

Eline para geçmek.

Örnek: "Elli yaşlarına doğru pazarcılık yapmaya başladı; eli para gördü, yüzü güldü."

Eli sıkı: 

Kolay para harcamayan, cimri, çok tutumlu.

Örnek: "Bu kadar eli sıkı bir adam olmak zorunda değilsin."

Eli uzun: 

Hırsız, fırsat buldukça bir şeyler aşırmaktan geri kalmayan.

Eli varmamak (gitmemek): 

Bir işi yapmaya gönlü razı olmamak.

Örnek: "Bulaşıkları yıkamaya bir türlü elim varmıyor."

Eli yatmak: 

Bir işe eli alışkın olmak, bir işi yapabilecek el becerisi bulunmak.

Örnek: "Elin kalem tutmaz mı senin?"

Elifi görse mertek sanır: 

Cahil, okuması yazması yoktur.

Örnek: "Ona mı akıl danışıyorsun, elifi görse mertek sanır o. "

Elinde büyümek:

1. Büyütülmek, bakılmak.

Örnek: "Çocuklar Nimet Hanım adında bir kadının elinde büyüdüler."

2. Eğitilmek, bilgi, görgü ve terbiye sahibi olmak, yetiştirilmek.

Örnek: "Üstadım, ben sizin elinizde büyüdüm, sizden feyzaldım."

Elinden bir iş (şey) gelmemek:

Çaresizlikten veya yeteneksizlikten bir iş yapamamak.

Örnek: "Matbu kâğıtları doldurmaktan başka elinden bir iş gelmez, sorulmadıkça kendiliğinden konuştuğu görülmezdi."

Elinden (bir şeyi) düşürmemek:

Sürekli onunla ilgilenmek.

Örnek: "Kendileri sanata çok meraklılar, ellerinden hiç kitap düşürmezler."

Elinden gelmek:

Yapabilmek.

Örnek: "Nesir az çok benim de elimden geldiği için midir nedir kabul edemiyorum şiirden güç olduğunu."

Elinden iş çıkmamak: 

Çabuk iş yapamamak.

Örnek: "Bırakın onu, elinden iş çıkmaz birine ihtiyacımız yok."

Elinden iyi iş gelmek:

Becerikli, hünerli olmak.

Elinden tutmak: 

1. Destek olmak, ilerlemesi için yardımda bulunmak. 2. Yürümesine, kalkmasına, inmesine, çıkmasına yardım etmek.

Örnek: "Hayatım boyunca elimden tutan olmadı."

Eline ayağına kapanmak (sarılmak, düşmek):

Birine çok yalvarmak.

Eline ayağına üşenmemek:

Her türlü ayak hizmetini yüksünmeden yapmak, hamarat olmak.

Eline düşmek: 

1. Birine muhtaç olmak. 2. Yakalanmak. 3. Düşmanın ya da kendisine hıncı bulunan birinin hâkimiyetinde kalmak.

Örnek: "Düşmanın eline düşmemek için bir yol bulmalıyız."

Eline erkek eli değmemiş olmak:

kız, namuslu olmak.

Eline fırsat geçmek:

İmkân bulmak.

Örnek: "Hazır fırsat geçmiş eline, hiç öyle mi konuşulur?"

Eline geçmek:

1. Kazanmak, edinmek, elde etmek.

Örnek: "Evi sattım, elime bin iki yüz lira kadar bir şey geçti."

2. Rastlamak, bulmak.

Örnek: "Eline geçen her kitabı okur."

3. Yakalamak.

Eline su dökemez: 

Sözü edilen kişi, değerce ondan çok geride.

Örnek: "Sen hamur açmakta Fatma'nın eline su dökemezsin."

Elini belli etmek (göstermek):

Kâğıt, okey vb. oyunlarda elindeki kâğıdı veya taşı, oynayanlara belli edecek biçimde sözle, işaretle açıklayıp oynamak.

Elini çabuk tutmak: 

Hızlı davranmak, acele etmek.

Örnek: "Elimizi çabuk tutup şu kömürü yağmura yakalanmadan taşıyalım."

Elini kana bulamak: 

Birini öldürmek veya yaralamak.

Örnek: "Zavallı çocuk, boş yere elini kana buladı."

Elini kolunu sallaya sallaya gelmek: 

Bir işten sonuç almaksızın dönmek, gelirken hiçbir armağan getirmemek.

Elini kolunu sallaya sallaya gezmek: 

Pervasızca, çekinmeden, kimseden korkmadan dolaşmak.

Örnek: "Bunca ağır suç işlemesine rağmen elini kolunu sallaya sallaya gezmesi şaşılacak şey doğrusu."

Elini sıcak sudan soğuk suya sokmamak: 

Çok nazlı olmak, evde hiçbir iş yapmamak, zor işlerden kaçınmak.

Örnek: "Ne kadınmış o da, elini sıcak sudan soğuk suya soktuğunu görmedim daha!"

Elinin hamuruyla erkek işine karışmak: 

Anlamadığı, bilmediği, beceremediği işleri yapmaya kalkışmak (kadınlar için).

Elinin tersiyle itmek:

Reddetmek, kabul etmemek.

Örnek: "Hangi dolmuşa binersen bin, uzat parayı sürücüye, sürücü hemen elinin tersiyle iter."

Eliyle koymuş gibi bulmak: 

Aradığı şeyi söylenen yerde çok kolay bulmak.

Örnek: "Onca şeyin arasında küçücük düğmeyi eliyle koymuş gibi buluverdi."

Elle tutulur gözle görülür: 

Çok açık, gizli bir tarafı yok.

Örnek: "Şu zamana kadar elle tutulur gözle görülür bir iş yaptın mı sen?"

Ellerde gezmek:

1. Elden ele dolaşmak 2. El üstünde tutulmak, saygı ve sevgi görmek.

Emanet bırakmak (etmek, vermek):

Bir şeyi veya bir kimseyi birine veya bir yere bir süreliğine bırakmak.

Örnek: "Çocuğu annesine emanet etmeyecek, kendisi bakacaktır."

Emeği geçmek: 

Bir şeyin yapılmasında kendisinin de katkısı bulunmak.

Örnek: "Şu caminin yapımında kimlerin emeği geçmedi ki.

Emek vermek: 

Bir şeyin meydana gelmesi için özenle ve çok çalışmak.

Örnek: Dirsek çürütüp emek verdiği kitapları, can vermeden can bulunamayacağını ona hiç söylememişti."

Emir kulu: 

Kendisine emredilen işi yapmak zorunda olan kimse.

Örnek: "Emir kulu olmak o kadar da kolay değil."

Eninde sonunda: 

Nihayet, en sonunda.

Örnek: "Eninde sonunda onu bulacağım."

Enine boyuna: 

1. Her yönü ile, eksiksiz, bütün ihtimalleri göz önünde tutarak. 2. İri yarı, gösterişli (adam).

Örnek: "Şu meseleyi enine boyuna bir kez daha düşünelim."

Ense yapmak: 

Yemek, içmek ve keyfine bakmak, hiç iş yapmamak.

Örnek: "Ense yapmayı bırak da biraz işle ilgilen."

Ensesi kalın: 

Parası çok, varlıklı, sözü geçer, ödeme gücü yüksek (kimse).

Örnek: "Neden şu ensesi kalın adamlardan yardım istemiyorsunuz."

Ensesinde boza pişirmek: 

Sıkıştırıp tedirgin etmek, eziyet etmek.

Örnek: "İşlerin yavaş gittiğini gören patron işçilerin ensesinde boza pişirmeye başladı."

Ensesine yapışmak: 

Yakalamak.

Örnek: "Bir hamlede ensesine yapıştı çocuğun."

Er geç: 

Ne zaman olsa, mutlaka.

Örnek: "Er geç onu bulacağım."

Erketecilik etmek:

Gözetlemek.

Örnek: "Hırsızlara erketecilik ettiğini anladı."

Es geçmek: 

Dikkate almamak, sözleri arasında o konuya dokunmamak.

Örnek: "Borç meselesini es geçmesine fırsat vermeyin."

Esamesi okunmamak: 

Adı anılmamak, değer verilmemek.

Örnek: "Onun buralarda hiç esamisi okunmaz."

Esas vaziyete geçmek:

Hazır ol durumunu almak.

Örnek: "Kaldırımın önünde esas vaziyete geçip kasketini çıkardı."

Esip savurmak: 

Bağırıp çağırmak, öfke ile atıp tutmak.

Örnek: "Davet edilmediğini öğrenince esip savurmaya başladı."

Eski çamlar bardak oldu: 

Devir değişti, eski durumların, tutumların bir önemi kalmadı.

Eski defterleri karıştırmak: 

Eski olayları, işleri bir çıkar umuduyla tekrar ele almak, yeniden gündeme getirmek.

Örnek: "Eski defterleri karıştırmayı bırak artık".

Eski hamam eski tas: 

Hiçbir şey değişmemiş, eski durumda kalmış.

Örnek: "Köy aynı, insanlar aynı, eski hamam eski tas."

Eski kafalı: 

Yeniliğe açık olmayan, yaşayış ve düşünce itibariyle eskiye bağlı.

Örnek: "Eski kafalı insanlar gittikçe azalıyor mu ne?" Eski kurt

Eski toprak: 

Yaşlılığına rağmen dinçliğini, dayanıklılığını hâlâ sürdüren, gücünü kaybetmemiş kimse.

Örnek: "Sen eski topraksın, bizim gibi birkaç genci daha cebinden çıkartırsın."

Eşeğini sağlam kazığa bağlamak: 

İşini güvenli kılacak önlemler almak.

Örnek: "Ne demişler

Eşek kadar: 

Büyük, iri; aşırı derecede gelişmiş.

Örnek: "Eşek kadar oldu ama hiç söz dinlemiyor."

Eşek sudan gelinceye kadar dövmek: 

Adamakıllı, çok ve iyi dövmek.

Örnek: "Eğer aklını başına toplamazsan seni eşek sudan gelinceye kadar döveceğim, anladın mı?"

Eşek şakası: 

Ağır, hoşa gitmeyen, incitici, kaba şaka.

Örnek: "Ben eşek şakasından hiç hoşlanmam."

Eşiğine yüz sürmek: 

Bir isteğinin yerine getirilmesi için bir kimseye yalvarmak, önünde eğilmek.

Örnek: "İnsanların eşiğine yüz sürülmemesi gerekir."

Eşiğini aşındırmak: 

Bir işi yaptırmak, gördürmek için bir yere çok gidip gelmek.

Örnek: "Şu köy yolu için hükümet eşiğini aşındırıp durduk."

Eşref saat: 

1. İş görecek kimsenin uysal davranacağı, aksilik çıkarmayacağı zaman. 2. Bir işin olumlu yola girmesi için en uygun zaman.

Örnek: "İzin alabilmek için müdür beyin eşref saatini kollamaya başladı."

Et kafalı: 

Akılsız, anlayışı az, kavrayışı kıt olan.

Et tırnak olmak: 

Sıkı bir ilişkiye girmek, birbirinden kopmamak.

Eteği ayağına dolaşmak: 

Telâş, korku ve heyecandan yürüyüşünü ve yapacağı işi şaşırmak.

Eteğine yapışmak: 

1. Bir kimsenin manevî desteğini istemek. 2. Varlıklı, sözü geçer bir kimseden yardım ve himaye istemek.

Örnek: "Korkudan annesinin eteğine yapıştı."

Etek öpmek: 

Yaltaklanmak, dalkavukluk etmek; birine yaranmak için katına çıkıp o kimsenin eteğini öpme davranışı içinde olmak.

Örnek: "Bu makama etek öpe öpe çıktı soysuz herif."

Etekleri tutuşmak: 

Çok telâşlanmak, heyecanlanmak.

Örnek: "Babasını parkta göremeyince etekleri tutuşmaya başladı, yoksa gelmeyecek miydi?"

Etekleri zil çalmak: 

Çok sevinmek, işler yolunda olmak.

Örnek: "Yazılı sınavı umduğundan iyi geçen Halit'in etekleri zil çalıyordu."

Eti ne butu ne?: 

1. İmkânları, parası az. 2. Çelimsiz, zayıf, küçük.

Örnek: "Ona baskı yapma, zavallının eti ne butu ne?"

Eti senin kemiği benim: 

Çocuk velilerinin öğretmene ya da ustaya çocuğun eğitiminde kendine tam yetki verdiğini anlatmak için söylenir.

Etliye sütlüye karışmamak: 

Kendini alâkadar etmeyen meselelerden, toplumu derinden etkileyen olaylardan uzak durmak, kaçınmak ve hiçbiriyle ilgilenmemek.

Örnek: "Kendine sahip çık, sakın etliye sütlüye karışayım deme oğlum."

Etrafında dört dönmek: 

İstediğini elde etmek amacıyla bir kimsenin, bir şeyin yanından ayrılmamak, ona aşırı ilgi göstermek.

Örnek: "Çocuklar Nasreddin Hoca'nın etrafında dört dönmeye başladılar."

Ettiğini bulmak: 

Yaptığı bir kötülüğün cezasını görmek.

Ev açmak: 

Ayrı bir eve çıkmak, yerleşmek.

Örnek: "Evlendikleri günün ertesinde ev açmaya karar verdiler."

Evde kalmak: 

Yaşı ilerleyen kızın evlenememesi.

Örnek: "Evde kalmak korkusu zavallı kızı yiyip bitiriyordu."

Evdeki hesap çarşıya uymamak: 

Önceden tasarlanan, düşünülen bir iş umulduğu gibi gitmemek, başka bir yönde gelişmek.

Örnek: "O kadar uğraştık ama evdeki hesap çarşıya uymadı, bu paraya istediğimiz gibi bir ev bulamadık."

Evlât acısı gibi içine çökmek: 

Kaybettiği bir şey için çok üzülmek.

Örnek: "Bahçeye diktiği güllerinin dipten sökülüp atılması evlât acısı gibi içine çökmüştü."

Eyere de gelir semere de: 

Her işe uyar, her işe yarar, ince işler için de kaba işler için de kullanılabilir.

Eyleme geçmek:

Tasarlanan bir işi uygulamaya başlamak.

Eyüp sabrı: 

Peygamberlerden Hz. Eyyub' un başına gelen hastalığa sabredip, bundan dolayı şikâyet etmemesi; güçlük ve üzüntülere, hastalığa karşı sabretmesinden hareketle, en ağır ve sürekli üzüntülerden bile yakınmayanın büyük ve uzun sabrını anlatmak için kullanılır.

Eyvallah demek: 

1. Razı olmak, kabul etmek. 2. Ayrılırken "Allah'a ısmarladık" anlamında kullanılır.

Eyvallah etmemek: 

Minnet altına girip boyun eğmemek.

Örnek: "Aç kaldı, susuz kaldı ama kimseye eyvallah etmedi."

Ezbere iş görmek: 

İncelemeden, özenmeden, gerekli olan bilgiyi almadan, gelişi güzel iş yapmak.

Örnek: "Ben sana ezbere iş görme demedim mi?" Ezilip büzülmek


🔤 Deyimler Sözlüğü: A'dan Z'ye En Bilinen Kalıplaşmış Deyim Örnekleri ve Anlamları


Beğen ve Yorum Yap
Sosyal Mecralarda da paylaşmayı sakın unutma :)

Bu Yazının Yorumları

Son Yorumlar

Neslihan- 4 hafta önce

Çok güzel, duygulu bir türkü. 🥰🙏Allı Turnam Bizim Ele Varırsan...

Kadir TEPE- 1 ay önce

İnsanın eşinden, sevdiğinden ayrı kalışın; ya da on...Allı Turnam Bizim Ele Varırsan...

Neslihan- 2 ay önce

Tüm çocuklar ve büyükler okumalı:-)Momo (Michael Ende): Kitap Özet...
Daha Fazlasını Gör